Mor Menekşe
Küçükken ilkokulda oynadığımız bir oyun vardı. Adı mor menekşe. Oyun on-yirmi kişi oynandığı
için o kadar çocuğu sadece okul teneffüslerinde toplayabilirdik. Sekizer onar kişilik iki grup
karşılıklı geçer, her grup el ele tutuşup bir zincir oluşturur. Sonra da bir grup diğerine bağırır:
“Mor menekşe menekşe, bizden size kim düşe?” Diğer grup da soruyu soran gruptan bir isim
seçer. Oyunun amacı biraz vahşidir. Adı seçilen çocuk diğer gruba koşa koşa gider ve gözüne
kestirdiği bir noktadan el ele tutuşanları ayırmaya, başka bir deyişle zinciri kırmaya çalışır. Eğer
başarırsa kırdığı zincirin halkalarından birini kendi grubuna götürür. Yok eğer başaramazsa,
kendisi de o zincire katılır, dahil edilir, asimile olur...
Siz, büyük aklınızla düşündüğünüzde bu oyunun gayet sıkıcı olduğunun farkına hemen
varabilirsiniz. Çünkü bir noktadan sonra hep aynı kişilerin adı söylenmeye başlar, yani en
güçsüzlerin. Zaten o yüzden bu oyun sadece bir ilkokul oyunudur. Bir iki hafta önce, evimin
balkonunda oturmuş aşağıda oynayan çocukları seyrediyordum. Evet, benim çocukluğumun
üzerinden on küsur yıl geçti ama çocuklar hala aynı oyunları oynayıp aynı şekilde eğleniyorlar,
hatta aynı salakça sebepler yüzünden kavga ediyorlar: “Kızlar daha güzeldir bi kere!” “Hayır,
erkekler daha güçlüdür!”
Oynadıkları oyunun mor menekşe olduğunu fark edene kadar o oyunun varlığını çoktaan
unutmuştum. Kötü anılarımı tarihe gömmüştüm. Kötü anılar, çünkü ben de ‘adı devamlı
söylenen’ güçsüz çocuklardan biriydim. O kadar önemli değil mi diyorsunuz? Siz, bir çocuk için
‘güçsüz, fındık fıstık, leblebi’ sınıfına konmak ne demektir bilir misiniz? Nasıl silinmeyen bir
aşağılık kompleksi yarattığını, ve dünyayı yok etmeyi amaçlayan ruh hastalarının da böyle
çocukluklarının olduğunu? Seri katiller, tecavüzcüler, sapıklar, takım elbiseli haydutlar, dansöz
döven türkücüler, hepsinin çocukluklarına bir bakın bakalım ne bulacaksınız...
Yarım saat boyunca çocukların oyunlarını seyrettim. Tam yirmi kez aynı çocuk; bir o gruptan, bir
öteki gruptan çağırıldı durdu. Sadece ‘zayıf çocuk’ olduğunun bilincinde olması yeterli değilmiş
gibi bir de aşağılamalar, dalga geçmeler, yavşak suratlar, karı sesi çıkaran erkekler... Fanatizmin
doğduğu yaş. Hangimiz oyunlarına müdahale edip, bunun sadece bir oyun olduğunu söyleme
hakkına sahibiz? Galatasaray Avrupa’da yenilince siz Fenerliler kıçınıza kına yakmıyor musunuz?
Veya tam tersi... Elli yaşındaki adam daha fark edememiş sporun bir oyun olduğunu, sekiz dokuz
yaşındaki çocuklar mı fark edecek?
Oyunun sonlarına doğru çocuk bir o yana bir bu yana koşarken gözlerinden yaş geldiğini gördüm.
Bir kez bile zinciri kıramadı. En sonunda oyun bitti. Herkes evine dağıldı. Sadece o ufaklık, park
etmiş arabaların arasındaki oyun sahasının ortasında oturdu. Hiçbir şey yapmadan yeri
seyrediyordu. Omzuna dokunan eli hissetti. İrkilerek arkasına döndü. O el benim elimdi. “Sana
öğreticem.” dedim. Bana kimse öğretmemişti. Ben kendim çalışıp başarmıştım. Ama o çocuğun
acil yardıma ve bir rehbere ihtiyacı vardı. Bu oyunu hatırlamaktan nefret ediyordum, ama neden
nefret ettiğimi, neden hatırlamamam gerektiğini hatırlayamıyordum. Sonuçta o oyun bana güçlü
olmayı öğretmişti.
Ertesi sabah ona söylediğim saatte, sabah erkenden çıkmaz aralığa geldi. Ona bildiğim her şeyi
öğrettim. “Nefes al.” “Dengede dur.” Denge çok önemliydi. Vurması gereken yer, bilek değil,
dirsek bölgesiydi. Ayrıca koşmanın hiçbir faydası olmadığını öğrettim ona. “Gözlerini kapat.
Sakinleş, şimdi bir anda gözünün önüne seninle dalga geçenleri getir.” Bende işe yaramıştı, onda
da yaramalıydı. “Zincirden bir adım geride duracaksın, sonra aniden ileri sıçrayıp yumruğu
vuracaksın. Kolunu vücuduna sabitle. Bütün kasların gevşek olmalı. Kendini kasarsan sadece
kolunu kullanırsın, ama kasmazsan... tüm vücudunu.” Aradan iki hafta geçti. Her gün geldi, çünkü
bazı şeyler canına tak etmişti. Bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirim.
İki hafta boyunca bir kez bile onlarla oynamamıştı. Ama o gün, artık oynama zamanı gelmişti. O
gün ufaklığın hayatı sonsuza kadar değişecekti. Ben onun hayatında bir kırılma yaratıp onu
alternatif geleceğine doğru yönlendirmiştim. Arkadaş çevresi, sevgilileri, gideceği üniversite,
seçeceği meslek, hepsi değişecekti, ama o bunun farkında olamayacak kadar küçüktü. Takımlar
seçilirken, yine en son o seçilmişti, ama ilk defa bundan rahatsızlık duymuyordu. İlk önce kendi
grupları karşı taraftan bir oyuncu çağırdı. Rakip oyuncu zinciri kırdı ve ufaklığın grubundan, onun
çok beğendiği küçük bir kızı alıp gitti. Şimdi sıra ondaydı. “Mor menekşe, menekşe, bizden size
kim düşe?” Hep birlikte ufaklığın adını bağırdı karşı grup. Ufaklık, sakin bir şekilde yürüyerek
karşıya gitti. İri yarı, şişman, toraman, gürbüz, bilmemne çocuğun yanında durdu. İki tane ayı yan
yana, iki güçlü el birbirine kenetlenmişti. Direkt en zordan başlaması beni gururlandırmıştı tabi.
Toraman çocuk bizim ufaklığın niyetini anlayınca bastı kahkahayı. ‘Sen kiiiim, bizi ayırmak kiim’
diye düşündü içinden. Ama yine de işi sağlama almak için yanındaki iki nolu ayının elinden sıkı
sıkı tuttu. Her zamanki yavşak suratını yaptı, karı gibi sesiyle gülmeye başladı. Ufaklığın gözleri
kapalıydı, sadece kahkahayı duyabiliyordu. ‘dirsek bölgesine’ diye geçirdi içinden. Derin bir nefes
aldı, kaslarını gevşetti. Aniden gözlerini açtı, ileriye sıçradı ve toramanın dirsek bölgesine
yumruğuyla indi. Her şey o kadar kısa bir zaman diliminde olup bitmişti ki, çocuklar tepki
vermekte geç kaldı. Eller hala daha birbirini tutuyordu. Bunun olacağını ben de biliyordum. Zaten
amaç elleri ayırmak değil ki, zinciri kırmak. İki nolu ayı neler olduğunu anlayana kadar elinde
tuttuğu kola bir süre baktı. Kol birden ağırlaşmıştı. Dirsek kısmından sonrası yoktu ve kopan
yerden kan damlıyordu. Neden dirsek dediğimi o an hatırladım. Dirsek bölgesi, eğer yöntemini
bilirseniz koldaki kopması en kolay bölgedir. Ayı no.2 elindeki kolun toramanın kopmuş kolu
olduğunu ancak toramanın kolsuz olduğunu görünce fark edebildi. Zincir kırılmıştı, topraktaki
kanın kokusu ve görüntüsü kurban bayramını andırıyordu. Çocuklar panik içinde çığırıyorlardı.
Panik, nefret, ama asla acıma değil. Bir daha kimse ufaklığa acımadı, ve bir daha hiç bir çocuk mor
menekşe oynamadı. Bu arada ben de neyi unutmak istediğimi hatırlamıştım. Ve şu an gördüğüm
saygı ve korkunun kaynağını...
|