Mor Menekşe




Download 0.64 Mb.
Pdf ko'rish
bet6/13
Sana27.10.2022
Hajmi0.64 Mb.
#28242
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   13
Bog'liq
cukulatalar

Bebek Oturucusu
“Beybi sitır mı? Hah hah hah ha! Napıcaksın abi? Bebeklerin üstüne mi oturucaksın 
kaçmasınlar diye?”
“En azından para kazanacak bir işim var. Biz senin gibi oramızı buramızı satmıyoruz.”
Masaya bir süre sessizlik hakim oldu. İki genç kız, birbirleriyle konuşmadan önlerindeki 
yemeğe konsantre oldular. Bulundukları oda oldukça dağınıktı. Yerdeki giysiler, koltukların 
üzerindeki yiyecek artıkları, günlerdir temizlenmediği için ağzına kadar dolmuş küllük ve ucuz bir 
elektrikli ısıtıcı buranın bir öğrenci evi olduğunu gösteriyordu.
Saçları kirpi gibi olanın son lokması bitince tekrar çenesi açıldı:
“Peki niye seni istiyolarmış? Bu işi liseli hatunlar yapmaz mı?”
“Tanıdığımın tanıdığı. Beni biliyorlar.”
“İki çocuğu sana teslim ettiklerine göre her şeyi bilmiyolar heralde.”
Saçları uzun olan genç kız, parlak yeşil gözleriyle kirpi olana nefret dolu bir bakış attı. 
Çatalı tabağa fırlatıp sofradan kalktı. “Para lazım tamam mı? Hoşuma mı gidiyo sanıyosun?” 
Çatalın çıkardığı sesten irkilen kirpi cevap veremedi.
Akşamüstü beşte telefon çaldığında uzun saçlı kız okuldan yeni gelmişti. Üstünde sütyen, 
altında kot pantolonla telefonu yakaladı. Arayan, gideceği evin sahibesiydi:
“Adım Şenay” diye devam etti. “Akşam dokuzda evinizdeyim. Yo, sorun olmaz. 
Mavişehir’i biliyorum.” Kirpi arkadaşıyla kaba bir üslup ve ses tonuyla konuşmuş olan Şenay, 
telefondaki hanıma karşı gayet nazik ve yumuşaktı. Ama bu yapmacık bir nezaket değildi. 
Tedaviden sonra ilk defa çalışacağı için oldukça duyguluydu, bu duygu yoğunluğu konuşmasına 
yansımıştı. 
Otobüsten indiğinde saat sekiz buçuğu biraz geçiyordu. Gece olmamakla birlikte hava 
yeterince kararmıştı. Bir daire oluşturmuş birkaç gökdelenin bulunduğu bir siteye girdi. Etraf 
karanlık olduğu için gideceği apartmanın yerini birkaç dükkana girerek ancak bulabildi. Elindeki 
adres kağıdına baka baka apartmana geldi. Daire sekizin ziline bastı. Diafondaki kadına kendini 
tanıtıp içeri girdi.
Kapıyı çalmadan önce kirpi arkadaşıyla yaptığı son konuşması aklına geldi. Dışarı çıkmak 
için ayakkabılarını giyerken “Psst, Şenay!” sesini duymuştu. “Kızmadın di mi abi?”
“Ne kızcam lan? Aslında evet kızdım da salla boşver.”
Kapıdan çıkarken de kolunu tutmuştu: “Bol şans abi, sıç hepsinin ağzına.”
“Ne sıççam ya hiç uğraşamam. Yine de sağol.”
Şenay cesaretini toplayıp kapıyı çaldı. Kapı tahmin ettiği gibi süslü bir kokona tarafından 
açıldı. Kadının suratından önce istemeden içeriye göz attı. İçerisi de tahmin ettiği gibi oldukça 
lükstü.
“Merhaba” dedi Şenay.
“Ne yapıyorsun?” diye cevap verdi kadın.
“Eee... Ayakkabılarımı çıkarıyorum.”
“Ayakkabı dışarda mı çıkar?”
“Çıkmaz mı?”
“Ne komik şeysin sen. Geç bakayım içeri.”


Her an bir mayına basabilirmiş gibi dikkatli adımlarla holden salona geçti. Önünde 
eskortluk yapan kokonayı evin hizmetçisi sanmıştı ama kadın “İşte çocuklarım” diye söze 
başlayınca yanıldığının farkına vardı. Zaten evin bir hizmetçisi olsaydı çocukları ona bırakırlardı. 
Böyle lüks bir evde hizmetçi olmaması da ayrıca garipti. Belki de evde bir yabancının olmasından 
hoşlanmıyorlardı ama o zaman çocukları bakıcıya bırakmazlardı. Sıkıntıdan ellerini ceketinin 
cebine soktuğunda eline bir kart geldi. Kartı okuyunca, onun oraya kirpi arkadaşı tarafından 
çaktırmadan konduğunun farkına vardı.
“Şenay” demişti arkadaşı.
“Şenay, bak abi bunlar ufak paralar. Çalış çalış bi yere kadar. Bunun yol parası var 
bilmemnesi var.”
“Ben kendimi satmam tamam mı?” diye çıkışmıştı. Tam gidecekken son bir hamleyle 
omzundan yakalamıştı arkadaşı Şenay’ı:
“Bak aabi, adam üç milyar saydı tek böbreğime. Üç milyar lan. Dört senenin harç parası. 
Yediğime içtiğime dikkat edicem o kadar. Havadan üç milyar geldi. Sen de yapsan şu işi, bi sene 
kira derdi çekmeyiz valla.”
“Beyin de alıyolar mı? Seninkini satarız, sahibinden az kullanılmış...”
“Duydun mu?” dedi kokona. Şenay şimdiki zamana döndü. Kartı cebine geri soktu. 
“Çocuklar on buçukta yatacak?”
“Çocuklar on buçukta yatacak” diye tekrarladı kokona. “Birazdan yemeklerini yedir, 
üstüne derin dondurucudaki dondurmadan ver. Sadece bir bardak. Etrafı dağıtmasınlar, uslu uslu 
otursunlar. Ödevlerini yaptıklarından emin ol. Başlarından da sakın ayrılma.”
Şenay kafasını çevirip ilk defa çocuklara baktı. İki kişiydiler. Erkek olan on yaşlarındaydı. 
Şirin gözüksün diye saçları hamam tası şeklinde traş edilmişti. Amerikan dizilerindeki küçük ama 
haylaz çocuk tipine benzetilmeye çalışılmıştı, ama koyu kahverengi gözleri ve gülümsediği zaman 
eksik dişleri görünen itici suratıyla altın semerli bir fareyi (?) andırıyordu. Ablasının da ondan geri 
kalır yanı yoktu. Pamuk Prenses’e benzetilmek için üzerinde saatlerce uğraşıldığı belliydi ama en 
fazla elyaf veya orlon prenses olabilirdi. Cimcime ünvanı verilen, yaşıtı olan erkekleri her fırsatta 
yalan, iftira ve kaba kuvvetle ezmeye çalışan ve yaptıkları büyükler tarafından “Bak sen 
cimcimeye” diye teşvik edilen kız çocukları aklına geldi. O an evden çıkıp gitmek istedi. Keşke 
gitseydi...
“Annecim?” dedi cimcime. “Bu büyüüük?”
“Aceleye geldi naapalım? Liseli bakıcımız kalmadı. Bu Şenay.” Liseli bakıcımız kalmadı? 
Neden her şey bu kadar zor olmak zorundaydı? Tek istediği evde birkaç saat kalıp, parasını alıp 
gitmekti. Ama anlaşılan karşısında Ayşecik, Ömercik, Cimcimecik, Orospu Evladıcık türünden 
afacanlar vardı. Yine de kararlıydı. Planını şimdiden belirlemişti.
“Sen Gülşah olmalısın” dedi Şenay, sonra erkeğe döndü: “Sen de Sezer.”
“Hayır ben Gülşah’ım o Sezer” dedi Sezer. Sesi ablasından daha inceydi. İkisi birden 
kahkahayla güldüler. Şenay da zorlama bir gülümsemeyle karşılık verdi. Sonra anneye döndü:
“Liseli bakıcınız niye kalmadı?”
“Hepsini yediler.” Salonda kısa bir sessizlik oldu. Sonra anne ve çocuklar tekrar gülüşmeye 
başladılar. İçlerinde kulağını en çok tırmalayan Sezer’in o tiz sesiyle çıkardığı sözde kahkahalar 
oldu. Şenay biraz önceki gülümsemesinin bir kopyasını yaptı ve anneye kapıya kadar eşlik etti. 
Anne kapının eşiğinde durup “Çocuklara iyi bak, bir dediklerini iki etme tamam mı?” diye 
imkansıza yakın bir emir verirken tuvaletten baba çıktı. Şenay’ın dikkatini çeken ilk özelliği haram 
göbeği ve kel kafası oldu. Mutlaka bir BMW’si olmalıydı. Park yerinde yanından geçtiği son model 
arabaları tek tek aklına getirdi. Acaba hangisi onundu?
“Meraba hanımefendi” dedi kapının eşiğinde ayakkabılarını giyerken. “Bunlara bakıcı 
dayanmıyor biliyo musun? Ama şimdiden söyliyim. Eğer ikinci kez gelirsen sana bu gece aldığın 
ücretin iki katını veririm.”


“Merak etmeyin, ben dayanıklıyım. Ötekilere benzemem.” Arkasında bir fısıltı duydu. 
Gülşah’la Sezer bütün konuşmaları dinlemişlerdi. Bir dediklerini iki etme bölümü dahil.
Şenay yeterince soru soramadan kaçınılmaz son geldi. Anne ve baba evden ayrılmışlardı. 
Çocuklar sorun çıkarmasın diye hemen önceden planladığı konuşmasını yaptı. Diğer ‘dadı’lardan 
farklı olduğunu, çocukların düşmanı olmadığını belirtmek istiyordu:
“Selam, anneniz saat on buçukta uyuyun, ödevleri yapın falan dedi ya. Ben size öyle 
kurallar koymuyorum. İstediğiniz kadar oyun oynayın, televizyon melevizyon seyredin. İstediğiniz 
zamanda da yatın. Çok gürültü yapmayın yeter. Anlaştık mı?” Sorusunun cevabını dinlemesine 
bile gerek yoktu, ama kulağına beklemediği bir söz geldi:
“Anlaşmadık” dedi Gülşah’ın sesi. Şenay yüzünü ona çevirdi ama bir şey söylemedi, 
Gülşah’ın gerekçesini dinlemek istiyordu.
“Annemi duydun. Bizi on buçukta yatırmak zorundasın. Ödevlerimizi yaptırmak 
zorundasın. Annemin söylediği her şeyi yapmak zorundasın, yoksa para yok.” Para derken eliyle 
para sayma hareketi yaptı. Şenay’ın gülümseyen, nazik suratı kayboldu. Daha ilk dakikadan 
kontrolü kaybetmişti. Uzlaşmacı tavrını sürdürdü:
“Peki, nasıl isterseniz. Birazdan akşam yemeğini yeriz. On buçukta da yatarsınız.” Saat 
dokuzu on geçiyordu. Seksen dakikalık iş için ücret almak karlı olabilirdi. Her şeyin yolunda 
gitmesi için dua etti. Karşısında kendinden çok daha güçsüz iki çocuk vardı, en çok da bundan 
korkuyordu. Çocuklar da bu korkuyu hissetmişlerdi...
***
Şenay salona girdiğinde çocuklar televizyonda, ünlü bir popçunun reklamlardan sonra 
açıklayacağı yeni sevgilisinin tanıtıldığı paparazzi programlarından birini seyrediyorlardı. Mutfağın 
ışığı açıktı. 
“Yemeğinizi ısıttım” dedi Şenay.
“Gelemeyiz. Televizyon izliyoruz.”
“Ama şimdi yemezseniz saat on buçuka yatakta olamazsınız.”
“Evet, sen de paranı alamazsın.”
“Bana yardımcı olmak istemiyor musunuz? İşimi yapmam lazım. Sonra on buçuğa kadar 
hem dondurma yersiniz hem de televizyon...”
“Parayı alacak sensin. Senin işini niye biz yapalım?” Bu sefer konuşan Sezer’di.
“Evet, o para lazım bana. Okula gidiyorum, ailem İstanbul’da. Okumak için para laz......”
“Allah versin” diye sözünü kesti Sezer.
Gülşah ekledi: “Çık sokağa orda dilen.”
Şenay sustu, dişlerini sıktı. Gözlerini hafif kıstı. Sesini yükseltmemeye çalışarak: “Yemeği 
buraya getireyim o zaman” dedi.
“Öffff... Naaparsan yap.”
Saat dokuz buçukta Şenay elinde tepsiyle salona girdiğinde yüzünde artık gülümseme 
yoktu. “Şuraya bırak” dedi Gülşah gözlerini televizyondan ayırmadan. Şenay içinden “Beni 
sinirlendiremezsiniz” diye tekrarlıyordu. Şenay’ı tanıyan çoğu insan onun inanılmaz sakin ve 
sabırlı biri olduğunu, karıncayı bile incitmeyeceğini söylerdi. Evdeki karasinekleri bile öldürmeden 
yakalayıp evin dışına atmaya çalışırdı. Eğer dünyada bu çocuklarla baş edebilecek tek bir kişi varsa 
o da Şenay olmalıydı.
Tepsiler çocukların önündeydi ama televizyona bakmaktan yemekle ilgilenmiyorlardı. 
Şenay salondaki yemek masasının sandalyelerinden bir tanesini çekti ve yüzü koltuktaki çocuklara 
dönük şekilde oturdu. Onları gözleriyle rahatsız edip yemeklerini yedirmeye çalışıyordu. On beş 
dakika hiç bir tepki gelmedikten sonra konuşmaya karar verdi: “Yemeklerinizi yesenize.” Akşam 
yemeğini yarım saat geciktirmiş olan çocuklar açlıktan ölüyor olmalıydılar. Kızarmış patates ve 
köftenin kokusu Şenay’ı bile tekrar acıktırmıştı. Çocuklar eğer gerçekten çocuk olsaydılar 
karınlarının acıktığını farkedip yemeğe saldırmaları gerekirdi, ama onların bu umursamazlıkları 
sanki kasıtlıydı.


Şenay bileğine baktı, saat on olmuştu. “Program bitince yersiniz. İstediğiniz saatte de 
yatarsınız. Olmaz mı?” İkisinden de cevap gelmedi. Sabırla cevap vermelerini bekledi ama oralı 
bile olmadılar. “Tamam o zaman anlaştık, ben şu masada ders çalışıyorum. Yemeğinizi yer, 
yatarsınız.”
“Hayır.” Sezer gözlerini televizyondan ayırmadan cevap vermişti. “Yemeğimizi yedirmek 
ve bizi on buçukta yatırmak zorundasın. Tabi eğer paranı istiyosan.”
“Ama siz kocaman çocuklarsınız. Kendi kararlarınızı veremez misiniz?”
“Biz televizyon seyretmeye karar verdik.” Sezer’in lafını ablası tamamladı: “Yemeğimizi 
yediremiyorsan o senin sorunun.”
Şenay sandalyeden kalktı. İki çocuk da, bu hareketten irkilmiş olmasına rağmen aralarında 
anlaşmış gibi umursamaz tavırlarını sürdürdüler. Kendisine daha yakın olan Gülşah’ın tepsisindeki 
çatalı aldı ve köfteye batırdı: “Ne yapmamı istiyorsunuz anlamıyorum ki.” Köfteyi kızın ağzına 
götürdü: “Ben mi yedireyim size?”
Gülşah “Git başımdan be” diyip kafasını çevirmeden Şenay’ın elindeki çatala elinin tersiyle 
bir tokat attı. Bu tepkiyi beklemeyen Şenay çatalı yere düşürdü. Yerdeki çatalı almadan önce 
kafasını televizyona çevirdi. Televizyonda reklamlar vardı. Yerden çatalı aldı ve bir kez üfledikten 
sonra çatalı Gülşah’ın ağzına zorla sokmaya çalıştı:
“Zorla mı yedirmemi istiyorsunuz?” Bu zorba hareketine karşın sesi oldukça yumuşak ve 
sakindi. Gülşah’ın ağzını açması için burnunu sıktı: “Aç bakalııım.” Gülşah’ın ilk defa televizyon 
üzerinde yoğunlaşmış dikkati dağılmıştı. Yüzünü ekşitip Şenay’a çevirdi, iki eliyle çatal tutan eli 
yakaladı ve avazı çıktığı kadar “İmdaaaat!” diye bağırmaya başladı. Olayı dışarıdan biri seyrediyor 
olsaydı, sapık bir katilin kızı bıçaklamaya çalışırken kızın canını kurtarmak için çırpındığını 
düşünürdü. Çığlığı komşuların duymasından korkan Şenay çatalı geri çekip bu sefer de Gülşah’ın 
ağzını kapamaya çalıştı. Aynı anda Sezer yerinden fırlayıp tek eliyle zar zor kaldırdığı kalın cam 
küllüğü Şenay’ın beline indirdi. Tüm olay esnasında sesini yükseltmemiş olan Şenay, telaşlı ama 
yumuşak ve kısık sesiyle “Dur. Şşş, sakin ol. Saçmalama” diyerek Gülşah’ı yatıştırmaya çalışırken 
beline yediği kültablasının ardından ilk defa “Ananıs kiyim!” cümlesiyle sesini yükseltmiş oldu. 
Arkasına dönüp bu sefer de Sezer’in küllüğü tekrar indirmeye çalışan elini tutmak isterken, 
Gülşah kontrolden çıkıp sadece korku filmlerinde duyulabilecek yapay çığlıklar atmaya başladı. 
Çığlıkların yapay olduğu besbelliydi, çünkü hiç kimse bu kadar acı bir çığlığı bu kadar uzun süre 
çıkaracak kadar ızdırap çekip hayatta kalamazdı. Paniğe kapılan Şenay iki eliyle küllüğü tutup 
bütün gücüyle kendine çekti. Sezer ellerini ovuşturdu: “Canımı acıttın hayvan!” Şenay hala daha 
ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Küllüğü yerine koyup Sezer’in eline bakmak istedi: “Hani 
bakayım neresi acımış.” 
“Sktir lan!” diye elini hızla geri çekti Sezer: “Öyle götünü yiyim ayağıyla kurtulamassın, anneme 
söylicem seni.” Nefesi kesilen Gülşah kendi kendine sustu.
“Ne istiyosunuz, istediğinizi söyleyin o zaman.” Şenay sözünü bitiremeden kapı çaldı. Birileri 
çığlıkları duymuş olmalıydı. “Şimdi sıçtık” diye geçirdi içinden. Yavaşça kapıya gitti. Delikten 
baktı. Kelli felli bir adam vardı kapının dışında. Kapının kolunu tuttu, sonra çocuklara döndü, 
“Size para veririm” diyip kapıyı açtı.
“Buyrun” denmeyi beklemeden direkt içeri daldı kapıdaki adam. “Nerde çocuklar?” diye etrafa 
bakınırken çocukları televizyonun karşısındaki koltukta yemek yerken buldu. Şenay rahat bir nefes 
aldı:
“Kusura bakmayın. Çocuklar televizyonun sesini fazla açmışlar.” Göbeği atletinin altından sarkan 
bu ‘V’ kaşlı adamın karizmasına güvenip uzaktan kumandayı eline aldı: “Zaten de yatıyorlardı.” 
Televizyonu kapattı. Bakıcının çocuklara zarar verdiğini düşündüğü için eve girmiş olan atletli 
adam kendinden utandı ama bozuntuya vermemeye çalıştı: “Olmaz ki ama, hastası var şeysi var...”
Binbir özürle adamı postaladıktan sonra çocuklara baktı Şenay. Çocukların ikisi de atletli adam 
başlarında bekliyormuş gibi yemeklerini yemeye devam ediyorlardı. Tek fark, televizyon tekrar 
açılmıştı.


“Ne kadar istiyosunuz?” Şenay, sorusuna bir süre yanıt alamadı çünkü çocuklar yemeklerini hızla 
bitirmekle meşguldüler. Bir süre sonra Sezer, iki lokmasının arasında “fifti fifti” dedi.
“Ne?”
“Fifti fifti.”
“Ne fifti fifti?”
“Alacağın paranın yarısı.” Şenay aslında başta anlamıştı ama anlamak istememişti. “Alacağım 
paranın yarısını veremem tamam mı? İnsaf edin biraz, o kadar para bu işe değer mi?”
“Öteki türlü hiç alamazsın” dedi Gülşah, genç kız taklidi yapan çocuk sesiyle. “Şimdi en azından 
yol paranı çıkarırsın, hem de sürümden kazanırsın.”
Sezer sözü ablasından aldı: “Babamın dediğini unutma, ikinci seferde iki kat ücret.”
Yol parasını çıkarmak? Sürümden kazanmak? Bu çocuklar nasıl eğitilmişlerdi? Şerefsiz olmayı kim 
öğretmişti onlara bu yaşta? “Yüzde otuz” dedi.
“Ya fifti fifti, ya sıfır.” bu sefer Sezer’in sözünü Gülşah tamamladı: “Pazarlık yapacak durumda 
değilsin.”
Şenay’ın yüzde otuz denemesi de başarısız olduğuna göre kararını açıklayabilirdi: “Kabul, alacağım 
paranın yarısı.”
“Şimdi vereceksin.”
“Ne?”
“Bizi salak mı sandın? Parayı şimdi vereceksin, sonra da ücretini alıp gideceksin.” Sezer 
konuşurken Şenay yerdeki halının desenini inceliyordu. Kapana kısılmıştı. Aklına bir çözüm 
gelmiyordu. En azından işini hakkıyla yaptığını gösterip tekrar çağrılabilir, ikinci gelişinde de iki 
kat ücret alıp zararı sıfırlayabilirdi. Cüzdanından beş tane banknot çıkarıp Sezer’e uzattı.
“Ellerim yağlı, masanın üstüne bırak.”
Çocuklar çok geçmeden yemeklerini bitirmişlerdi. Şenay kolundaki saati unutup arkasına döndü 
ve duvara baktı. On buçuğa on dakika vardı. “Tamam mı?” diye heyecanla sordu. Tamam 
olduğuna inanamıyordu.
“Dondurmayı unuttun galiba” dedi Gülşah. “Çocuklara yemekten sonra bir bardak dondurma.”
Şenay bir ara durakladı: “Yiyeceksiniz di mi?”
“Tabi tabi” dedi Sezer elindeki paralara incelerken. “Hangi çocuk dondurmayı sevmez ki?”
“Bu arada ben sizin izninizi on bire uzatıyorum. Ne dersiniz?”
“Şımarma hemen, kurallara hala uymak zorundasın.”
“Ama yetişme...”
“Konuşçaana gitseydin yetişirdi. Hadi hadi hadi...”
Şenay içinden lanet okuyarak mutfağa gitti. Derin dondurucudan aceleyle dondurma kabını 
çıkardı. İki bardak aldı. İki kaşık aldı. Dondurma kabının kapağını açtı. Ama kap boştu.
“Üzgünüm çocuklar, kap boş” dedi Şenay salona girerken. “Bugün de dondurmasız yatacaksınız 
anlaşılan.”
“Dondurma olup olmaması umrumda değil. Bize dondurma vermek zorundasın.” Şenay’ın 
duyduğu kız sesini ondan daha ince olan erkek sesi takip etti: “Biz sana yardımcı olmaya çalıştıkça 
sen işi yokuşa sürüyosun.”
Şenay iki çocuğun da bir süre gözlerini süzdü. İkisinde de aynı korkutucu ciddi bakış vardı. “Asıl 
ben size yardım etmeye çalıştıkça siz şımarıyosunuz. Size ücretimin yarısını verdim, doymadınız 
mı? Benim patronum anneniz, siz değil. Şimdi arıcam onu.” Şenay konuşurken bir yandan da 
telefona ilerliyordu. Ahizeyi kaldırdı, tam tuşlara basacaktı ki Sezer koşarak gelip ahize yuvasındaki 
düğmeye bastı. Çevir sesi gitti.
“Beleşçiye bak sen! Arıycaksan git kendi telefonundan ara.” Şenay, karakteri gereği çocukların her 
bağırışından sonra biraz daha siniyor, sesi biraz daha kısılıyor, atmosfere girmiş bir göktaşı gibi 
aşınarak küçülüyordu. Hiç cevap vermeden ahizeyi yerine koydu ve anneyi kendi cep 
telefonundan aradı.
“Pardon, şey, rahatsız ettim. Evde dondurma kalmamış, acaba bu gecelik yemeseler...” cümlesini 
bitiremeden gözlerini sıkıca kapadı. Duyduklarının hoşuna gitmediği kesindi. “Ama saat?... Peki 


efendim.” Cep telefonunun kapatma tuşuna basıp saatine baktı: “Hassik... Lanet olsun” Işık 
hızıyla ayakkabılarını ayağına geçirip asansörle zemin kata indi. Apartmana girerken gözüne 
çarpan ama dikkat etmediği marketteki dondurma kabı aklına geldi. Apartman kapısından çıkınca 
hemen sağa dönüp dondurmacıdan kendi parasıyla koca bir kap dondurma aldı.
***
Sokak kapısı aceleyle açıldı. Şenay dışarıda çıkarmış olduğu ayakkabılarını orada bıraktı ve içeri 
dalıp mutfağa gitti. Bir dakikadan kısa bir süre sonra üstünde iki bardak dondurma ve iki kaşık 
olan bir tepsiyle salonda, çocukların huzurundaydı.
Ama yine bir şeyler ters gidiyordu. Çocuklar, bir tepsiye, bir Şenay’a bakıyorlardı. Sadist veletlerin 
tepki vermediğini gören Şenay tepsiyi masanın üzerine bıraktı:
“E hadi, yiyin?”
Sezer sonunda ağzını açtı: “Şenay’dı di mi?” Fakir ama gururlu genci odasından atacak olan 
patron edasıyla gözlerini Şenay’ın üzerine dikti.
“Gene ne var ya?”
Gülşah, ciddi suratındaki gözlerini hafifçe kıstı: “Çok üzgünüz.” Konuşurken kafasını sağa sola 
sallıyordu. Sezer Gülşah’a ekledi: “Kaybettin.”
Gülşah Sezer’e ekledi: “Çok da yaklaşmıştın.” Kardeşler daha önceden hazırlanmış gibi devamlı 
birbirlerinin sözlerini tamamlıyorlardı. Bir süre sessizlik oldu, sonra Sezer tekrar konuştu: “Neyse, 
canın sağolsun.”
“Neyi kaybettim gene?!” Saatine baktı, on buçuğa bir vardı: “Hile yapmayın, zamanında geldim 
işte!”
“Sorun o değil” diye devam etti Sezer, sözü ablasına bırakarak.
“Annem ne demişti? Asla çocukların başından ayrılma. Sen bizim başımızdan ayrıldın.”
“Sepet sarkıtman lazımdı. Bunu düşünemeyecek kadar aptal olduğunu bilmiyorduk.”
Gülşah telefona yöneldi: “Bakıcılar neden bir bir gidiyorlar sanıyordun?”
Yeri seyreden Şenay’ın sesi ölmek üzereydi: “Ben onları yediğinizi düşünmüştüm.” Gülşah 
telefona ulaşamadan, Sezer de olduğu yerden katıla katıla gülmeye başladılar. Gülşah yere oturup 
katılmaya orada devam etti. Sezer, sinir bozucu tizlikteki kahkahalarının arasında Şenay’a laf 
yetiştirmeye çalışıyordu:
“Para için sağol. Birkaç bakıcı sonra kendime yeni bi pley steyşın alabilicem.”
“Aslında doğru” dedi Gülşah. “Yiyoruz da denebilir.” Çocukların kahkaha sesleri Şenay’ın 
kafasında gittikçe yükseliyordu. Şenay, onları duymamak için elleriyle kulaklarını kapamaya 
çalışıyordu ama bu hareket kahkahaların sesini kısmıyor, sadece boğuklaştırıyordu. Salondaki her 
şey gittikçe kırmızılaşıyordu, bir süre sonra çocuklar hariç odadaki hiçbir şeyi ayırt edemez oldu. 
Sezer, elindeki paraları sayıyordu. Birden sinirlendi, eline bakarak bir şeyler söyledi. Sonra iki eli 
hala kulaklarında olan Şenay’ın yanına gidip aynı sinirli suratla tekrar konuştu. Şenay gözlerini sıkı 
sıkı kapattı. Dişlerini sıkmaktan kıracaktı. Sezer elindeki parayı göstererek Şenay’ı devamlı 
dürtüyordu. Gülşah’ın gülme faslı hala bitmemişti. Derinlerden Sezer’in sesi geldi: “Heeey, sağır 
mısın? Sana söylüyorum!” Şenay’ın gözlerini açması için bir tokat attı. Şenay gözlerini açtı...
***
Saat ikiye beş kala evin kapısı anahtarla açıldı. İçeri giren baba, Şenay’ı salonda kitapları çantasına 
yerleştirirken gördü. “İyi akşamlar” dedi Şenay, sonra duvar saatine bakıp gülümsedi: “Beş dakka 
erken geldiniz.”
“Trafik” dedi anne. Şenay tekrar gülümsedi.
“Çocuklar nerde?” diye sordu anne merakla. Çocukların bu saatte yatmış olacaklarına ihtimal 
vermiyordu, kendi koyduğu kurala rağmen. Şenay’ın yüzünde sinsi bir gülümseme vardı:
“Çocuklar odalarında.”
Anne odaya doğru yürürken baba Şenay’ın yolunu kesti: “Eee naaptın? Dondurma yedirdin mi 
çocuklara?”
“Evet efendim.”
“Nerden aldın dondurmayı?”


Şenay’ın sesi titriyordu: “Aşağıdaki marketten.”
“Aşağı mı...” Babanın sözünü annenin odadan gelen bağırışı (“Aman tanrım!”) kesti. Baba ve 
Şenay aynı anda koridora baktılar. Anne odadan dışarı çıktı:
“Bunu nasıl yapabildin?” dedi.
“Kolay olmadı” diye cevapladı Şenay alnındaki teri silerek.
“Ne oldu, fena bişey mi olmuş?” dedi baba telaşla, sözünü bitirmeden odaya girdi.
“Ben öteki bakıcılara benzemem demiştim” dedi Şenay anneye bakarak. O sırada çocukların 
odasından “OHA!” sesi geldi.
Baba odaya girdiğinde çocukları yataklarında birbirine sarılmış, mışıl mışıl uyurken bulmuştu. 
Önceki bakıcılardan hiçbiri bunu başaramamıştı. Hem de Cuma gecesi, ertesi gün okul yokken.
“Nası becerdin kız bunu?”
Şenay gururlu bir sesle: “Onların dilinden anlamak lazım” dedi. “Para her kapıyı açar, he he he. 
Bana biraz pahalıya patladı ama... ikinci gelişimde zararı sıfırlarız.”
Baba, Şenay’ın cümlesini bitirmesine izin vermedi: “Hah. Ben de onu konuşacaktım çocuğum. 
Sen dondurmaları nasıl almıştın bakayım?”
“Baya... Aşağı indim aldım.”
“Demek aşağı indin ha?”
“Evet.”
Anne aniden söze girdi: “Ben sana çocukları yalnız bırakmayacaksın demedim mi? Ha? Ya 
başlarına bişey gelseydi? Ya canları acısaydı? Ne sorumsuz bir insansın sen?” Gözleri doldu, sesi 
ağlayan kedilere benziyordu.
Şenay şaşkın gözlerle: “Nasıl alacaktım ki?” dedi.
“Sepetle tabi. Bu kadarcık şeyi düşünemiycek kadar aptal mısın?” Anne gözyaşlarının arasından 
hala laf yetiştirmeye çalışıyordu: “Seni mahkemeye vericem! Sürüm sürüm süründürücem!” 
Şefkatli baba anneyi kollarına aldı, sırtını sıvazlayarak onu teselli etti: “Tamam karıcım, yok bişey, 
geçti.” Sonra kafasını Şenay’a çevirdi: “Sen de çabuk defol burdan gözüm görmesin seni.”
Şenay, bütün hakaretlere rağmen amacından sapmamaya çalışıyordu: “Şey, tamam da, para 
konusu...”
“Sen ne küstah şeysin be? Defol git polisi çağırıcam!”
Dişlerini hafifçe sıktı, sonra yere bakarak sakinleştirilmeye çalışılan sesiyle: “Peki” dedi. “Canınız 
sağolsun.” Çantasını omzuna takıp gitti.
Sokak kapısı Şenay tarafından yavaşça kapatıldıktan sonra anne de baba da derin bir nefes aldı. 
Sonra alınan derin nefesler geri verilirken sadist kahkahalara dönüştü.
“Bu seferki üniversiteli çıkınca tırstım biraz” dedi anne. “Hem çocukları falan da uyutmuş. Her 
şey yerli yerinde. Bu kadar zorlayanını görmedim. Şu dondurma numarası da olmasa...”
“Anlaşılan çocuklar şanslarını baya zorlamış.” Baba gönül rahatlığıyla kravatını çıkarıp vestiyere 
astı. “Ama iyi yolmuşlar. Baksana para her kapıyı açar falan diyo. Bi kaç bakıcı sonra yeni bi 
bisiklet bile alabilirler.”
Anne eteğini çıkartıp selülitli vücuduyla yatak odasına ağır ağır gitti: “Ama en güzel parkçıyı 
yolduk bugün.” Hayatları dolandırıcılık olan anne ve baba bir süre daha konuştular. Sonra 
konuşmalar azaldı. Yatak odasının ışığı söndü. Konuşmalar kesildi. Şenay apartmanın dışında 
yürürken cep telefonu kulağındaydı: “Alo...”
***
Ertesi sabah anne ve baba haftasonu münasebetiyle kahvaltıda omlet yiyorlardı. “Dün gece çocuk 
gidince gardrobumu kontrol ettim. Bir gömlek eksik. Eğer o karı aldıysa, mahkeme...” Anne 
cevap veremeden telefon çaldı. Telefonlara normalde evin halkla ilişkiler müdürü olan anne 
bakardı ama bu sefer telefona çok uzaktı.
“Serap Hanım’ın evi mi?”
“Evet...?”
“Merhaba, ben Şenay’ın ev arkadaşı.”
“Şenay mı? Dün bakıcılık yapan kız mı?”


“Hı hı, evet. Şey, bişey sorcaktım da rahatsız etmiyorsam. Acil bi konu.”
“Lütfen kısa olsun.”
“Şenay dün eve gelmedi. Acaba nerde olduğu hakkında bir bilginiz...”
“Sen yanlış anlamışsın çocuğum. O bize bakıcılık yaptı, biz ona değil.”
“Şey... Bakın... Onun bir durumu var beyfendi. Kendisi hastanede tedavi gördü. Şu anda oldukça 
iyi ama... Yine de başına bişey gelmesinden korkuyorum.”
Aradan bir gün geçmesine rağmen kazıkladıkları Şenay’dan kurtulamayan baba iyice sinirlendi: 
“Tamam da kızım ben ne yapabilirim? Benden gitmiş artık benim sorumluluğumdan çıkmış.”
“Bakın anlamıyosunuz beyfendi. Yolda ölmüş de olabilir. Lütfen, en azından çocuklara soramaz 
mısınız?”
Ölmüş kelimesi babanın aklına polisleri, karakolu, ifade vermeyi ve mahkemeyi getirdi. Arkasına 
döndü ve Şenay’ın arkadaşının anlayamadığı bir şeyler mırıldandı. Anne söylene söylene ayağa 
kalktı.
“Tamam. Serap Hanım gidiyor çocuklara sormaya. Neymiş bu kızın durumu?”
“Ne olduğu çok önemli değil aslında. Hem zaten artık düzeldi. Melek gibi biri oldu.”
Anne çocukların odasına girdi.
“Önceden neydi, şeytan mı?”
“Hayır, alakası yok. Sadece hastaydı.”
“Kafadan mı?”
Anne odanın perdelerini açtı. İçeri Güneş fotonları hücum etti. Oda birden aydınlandı ve yavaş 
yavaş ısınmaya başladı. Çocukların kafaları ışıkla birlikte belirginleşti.
“Düşündüğünüz gibi değil. Sadece...”
Gülşah yatarken örgülerini çözmemişti.
“Duygularını dışa vuramıyor. Çocukluğuyla ilgili bişey. Özellikle sinirlendiği zaman. Onu tanıyan 
hemen hemen hiç kimse onu sinirli olarak görmemiştir.”
Anne odayı kokladı, yüzünü ekşitti ve pencereyi açtı.
“Ne güzel işte. Kendini kontrol etmesini biliyomuş.”
Anne çocukları kalkmaları için dürttü. Çocuklar hala birbirlerine sarılıyorlardı.
“O kendini şişiren bir balon. Bütün balonlar bir noktada patlamaz mı?”
Çocuklar bu halleriyle bebekliklerinden beri ilk defa bu kadar sevimli görünüyorlardı. Fakat 
annenin dürtmelerine karşılık vermiyorlardı.
“Orta okuldayken arkadaşının kafasına sıra fırlatmış. Çocuk bitkisel hayata girmiş. Islahevine 
yollamışlar.”
Anne çocukların yüzüne dokunduğunda garip bir soğukluk hissetti.
“Lise sonda da kendisine hakaret eden bir hocanın gözüne kalem saplamış. Sonra da hiçbi şey 
olmamış gibi yerine oturup ders çalışmaya devam etmiş.”
“Sezer?” dedi anne, oğlunun yüzünü sağa sola sallarken.
“Oha be... Vay anasını... Eee, hapse girmemiş mi peki?”
“Hayır, akıl hastanesinde tedavi altına almışlar. İlaç falan. Ama pırıl pırıl olmuş kız.”
Sezer’in de Gülşah’ın da tepki vermediğini gören anne telaşla ikisinin de isimlerini tekrarlayarak 
hızla sarsıyordu.
“Yaa bak niye söylemiyo ki bunu?” Babanın ses tonunun sinir katsayısı artmıştı: “Bilsem alır 
mıydım o manyağı?”
Sezer’in ağzından bir şey çıktı dışarı. Ne olduğunu anlayabilmek için anne kafasını iyice yaklaştırdı.
“O deli değil. Kaç senedir tanıyorum daha hiç sorunumuz olmadı.”
Beyaz, şerit halinde bir kumaş parçasının ucuydu. Anne bilinçsizce kumaşı tutup dışarı çekti. 
Kumaş gelmeye devam ediyordu.
“...Ürkütücü bir uysallığı var.”
Bir avuca sığamayacak kadar çok kumaş vardı yatağın üzerinde. Şerit kumaşın en ucu ise kan 
kırmızısıydı. Şoktan çıkamayan anne, çığlık atmayı bile aklına getiremeden Gülşah’ın ağzını 
kontrol etti. Aynı kumaş ondan da geliyordu. Hala olanların farkına varamamıştı. Uyanması için 


Gülşah’ın vücudunun üzerine abanınca karın; patlak bir şişme kadın gibi içine çöktü. En sonunda 
çocukların ölmüş olabileceği ihtimalini düşünerek Gülşah’ın göz kapaklarını açtı...
“O adam bu memlekette ka...” Babanın kulakları bir anda, en yüksek seste aniden açılmış bir 
teybin yanındaymış gibi çınladı. Kafasının içinde yankılanan çığlık tizliğe dayanamayıp çatallandı. 
Alt katta hala uyanamamış olan atletli amca havaya sıçradı. İkinci katta arkadaşıyla bilgisayar 
oynayan çocuk bilgisayarın sesini kısıp arkadaşına şaşkın şaşkın baktı. Birinci katta kestiren köpek 
uyanıp havlayarak sahibini uyandırdı. Zemin katta apartmanın girişinde oturan kapıcı ayağa 
fırlayıp merdivenlere doğru koşmaya başladı.
“Alo? Beyfendi? Bey... neydi lan bunun adı?” Telefonun ahizesi yere doğru sallanıyordu. Baba 
koşarken ayağı halının kıvrımına takılıp tökezleyerek çocukların odasına girdi.
“Çocuklara bişey mi........................”
***
Şenay otobüsten inip İstanbul’a ayak bastı. Taksim’de yürüyerek Havaş servisini buldu. Kırk 
dakika sonra havaalanında olacaktı. Otobüsteki görevliye yüz dolar vererek “Pardon bozuk 
kalmamış, bunu bozabilir misiniz?” dedi her zamanki kibar sesiyle.
Önceki gece İzmir’in arka sokaklarından birindeydi Şenay. Nuri Alço bıyığı olan biriyle 
buluşmuştu.
“Şenay?”
“Hı hı.”
“Ne getirdin?”
“Getirdim bişeyler.”
Baba odaya girince yatakta yatan çocukları gördü. Gülşah’ın göz kapakları açıktı. Ama göz 
yuvalarında göz yoktu...
Şenay önce bir kavanoz vermişti adama: “Dört tane.”
“Renkli olsa daha iyi olurdu, seninkiler gibi, ehehehehe. Neyse iş görür” demişti kavanozda şeffaf 
bir sıvının içinde yüzen gözlere bakarken. “Başka ne var?”
“Böbrek var dört tane.” Çantanın içinden çıkardığı buzla dolu torbayı Nuri Alço bıyığa vermişti.
“İyi iyi, bak bunlar iyi gidiyo.”
“Kalp var iki tane, ince kalın bağırsak.” Şenay bir taraftan konuşurken bir taraftan da buzlu 
torbaları bir bir Nuri Amca’ya takdim etmişti.
“Kalın istemez.”
“Al benden olsun, kedilere verirsin.”
“Başka?”
“Karaciğer var.”
“Oha hem de taze. Nerden buldun bu kadar çok taze malı?”
“Gasp ettim. Zenginden alıp fakire verdim, arada ben de zengin oldum, falan...”
Çocukların vücutlarını inceleyecek olan polislerin keşfedecekleri iki şey daha vardı. Birincisi; 
çocukların kazaklarının altında, karınlarında dev birer yarık olduğu ve yarıkların çocukların 
ağzında bulunan kumaşın aynısıyla doldurulduğu, ikincisi ise o kumaşın babanın kaybolan 
gömleğine ait olduğu...
“Bi de apandis var iki tane...”
“Apandis mi? Yok çocum sağol onlar satmıyo hiç. Neden bilmiyom, bozulmayan bi organ 
heralde.”
Şenay dün gece olanları düşünürken havaalanına gelmişti bile...

Download 0.64 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   13




Download 0.64 Mb.
Pdf ko'rish