Nur Topu
“Temel’in sorunu neydi biliyo musun?” Yaşlı adam veziriyle köşeye sıkışmış beyaz şahın
yanındaki beyaz kaleyi yedi. Karşısındaki üniformalı genç düşünebilmeyi umarak loş ışıkla
aydınlatılmış satranç tahtasını seyrediyordu, yaşlı adama cevap veremedi.
“Fadime’nin peşinden şuursuzca koşturmaktı. O tür kadınlar her zaman kendilerini istemeyen
erkeklerden daha çok hoşlanırlar. Temel’in Fadime’yi elde etmesinin tek yolu onu istememekti.”
Genç polis diğer kalesiyle yaşlı adamın vezirini yedi. Yaşlı adam oynayacağı hamleden emin bir
halde konuşmaya devam etti:
“Onunla ilişkisini bir anda kesecekti. Ama numaradan değil, gerçekten. Yanından bile
geçmeyecekti. Kendine başka kadın arayacaktı.” Yaşlı adam atıyla şah çekti. Köşeye sıkışmış şahın
kaçacak yeri yoktu.
“Eğer olacağı varsa o iş ancak o şekilde olurdu. Bu işler böyle. İlginç ama böyle.”
“Tebrikler” Genç polis ilk defa konuştu ve elini uzattı. “Tavsiye için sağol. Ama ben zaten
evliyim.”
Odada çalışma lambasıyla aydınlatılmış satranç tahtasından başka pek bir şey görünmüyordu.
Kapı olduğunu tahmin ettiği yere doğru kararlama yürürken kapı kendiliğinden açıldı, bir saniye
sonra odanın ışıkları yandı. Genç polisin karşısında kırk yaşlarında kel bir üniformalı duruyordu.
Işığın aniden yanmasıyla gözlerini sıkı sıkı kapadı. Soru sormaya fırsat bulamadan kel konuştu:
“Hazır mısın Ferhat?”
Ferhat bir süre sonra zar zor gözlerini açtı: “Hazırım abi.” Birlikte diğer odaya geçtiler...
Ferhat dahil dört polis, amir masasının önünde karşılıklı duran ikili koltuklara oturmuş,
aralarındaki masada gazete kağıdının üzerinde simit yiyorlardı. İçerisi soğuktu. Simidin yanında
içtikleri çay içlerini ısıtıyordu ama dışları hala üşüyordu. Amirin büyük masasındaki minik el
radyosundan boğuk ve hafif cızırtılı olarak “Kadifeden Kesesi” şarkısı geliyordu.
“Saat kaç?” diye sordu Ferhat ağzındaki simidi çiğnerken. Karşısında oturan kirli sakallı polis
cevap verdi: “Sekiz.”
“Abi senin sakallar yine uzamış be.”
“Doğrudur. İdare et bakarız bi çaresine.”
“Boşver abi böyle Memoli gibi olmuşsun.”
“Yaa, ne demezsin. Sen o sakalla git bakalım karakola napıyolar seni.”
Ferhat’ı odadan almaya gelmiş kel polis Ferhat’ın yanında oturuyordu. Saatin sekiz olduğunu
duyunca ayağa kalktı: “Hadi arkadaşlar zamanı geldi.”
***
Polis arabası deniz kenarındaki yolculuğunu tamamladıktan sonra bir tarafı uçurum diğer tarafı
gecekondu olan bir mahalleye geldi.
“Çok acayip bi adam” dedi Ferhat arabanın arka koltuğundan. “Yaşlı ama suratı korkuttu beni
çok. Zombiler gibi.”
“O ne la?”
“Yok mu abi yaşayan ölüler falan? Hani adam ceset olmuş, ama hareket ediyo, insanları
öldürüyo.”
“Ha... Olur mu la öyle şey? Ölü ölüdür.”
Ferhat’ın kel ağabeyine şoförden de destek geldi: “Doğru söylüyo. Adam ölmüş artık. Niye
kalksın ki bi daha? İnanma öyle şeylere.”
“Ya sen cesetleri bırak. Şu bizim lavuk nası bi şey?”
“Onu anlatıyodum ya ben de. Adam çok yaşlı. Rahat doksan var. Normalde onu ben tek başıma
da alır getirirdim karakola haberi olmazdı. Asıl olay korumalarında.”
“Fedai mi tutmuş adam?”
“Bir sürü müridi var herifin. Tam bir gerizekalı ordusu. Cinci olmak için staja gelen bile var.”
Konuşmayı pasif olarak takip eden sakallı ilk defa söze girdi: “Rozeti gösterdik mi isterse tekkesi
gelsin.”
“Öyle değil bunlar sağlam adamlar. Subay bile geliyo bu adama. Gözümün önünde doktor geldi bi
tane Allah belamı versin.”
“Eee? Cin mi çıkardı doktordan?”
“Valla öyle bi şey herhalde. Ben oturmuş sıramı bekliyodum. Adam ben doktorum, kendi derdime
çare bulamıyorum dedi.” Arabadaki diğer üniformalılar Ferhat’ı pür dikkat dinliyorlardı. “Adamı
kanepeye yatırdı. Sonra bi kitap açtı, Arapça şeyler söylemeye başladı. Dua gibi.”
İçlerinde en dindar olanları sakallı polisti: “Kur’an mı?”
“Valla ben de ona dikkat ettim ama anlayamadım ne olduğunu. Sen olsan bilirdin herhalde?”
“Anlardım belki. Eee, herif dua falan okudu, sonra?”
“Sonrasını bilmiyorum. Hoca dua okumaya başlayınca çıkardılar herkesi dışarı. Ben de zaten ne
yapsam da sıvışsam diye düşünüyordum. Dışarı çıkarılınca oradan gizlice ayrıldım.”
Diğerlerinden daha kıdemli olan kır saçlı şoför aynadan Ferhat’ın gözlerine baktı:
“Bu kadar mı? Erken ayrılmışsın. Keşke ses kaydedici falan götürseydin yanında. Kanıt olmaz
ama...”
“Bu kadar değil. Tam gidecekken pencereden bir çığlık sesi geldi. Erkek çığlığı, benim eski
bölümdeki gibi.”
Araba uçurumlu gecekondu mahallesinde üç dört otobüs durağı geçtikten sonra dar bir sokağa
girip yokuş yukarı tırmanmaya başladı. Sokakta oyun oynayan çocukların kenara çekilmesi
arabanın geçmesi için yeterli olmuyordu. Arabanın gelişini gören çocuklar bir apartmanın girişine
sığınıp arabanın geçmesini beklemek zorundaydılar.
“Burası mı?” Ferhat kafasını ‘evet’ anlamında salladı. Araba, yan yana duran bir veya iki katlı,
asırlık gibi görünen evlerden birinin yanında durdu. Gidecekleri evin diğer evlerden farkı,
duvarlarının boyalı olmasıydı, hem de kiremitle bordo arası garip bir renge.
“Ferhat!” diye seslendi kel ağabey Ferhat arabadan inerken. Adını duyan Ferhat refleks olarak
arkasına döndü. “Bu sefer kimseyi öldürme olur mu?”
“Ben kimseyi kasıtlı öldürmüyorum zaten.”
“Çok ilginç.” dedi kır saçlı. Ferhat’ı satrançta ezmiş olması, aralarındaki en zeki kişi olduğunun
kanıtıydı. Arabadan indikten sonra binaya, boyasına ve yeni boyanmış balkon demirlerine baktı:
“Cinciler böyle boktan yerlerde yaşamaz ki. Sosyetenin göbeğinde en lüks mekanlarda oturmazlar
mı?”
Kel ağabey önceki cinci hoca olaylarını gözünün önüne getirdi: “Doğru. Bu ufak bi iş heralde.”
Birlikte apartmana girerken yüzünü Ferhat’a çevirdi:
“Kim ihbar etti sana bu herifi?”
“İhbar değil, tavsiye. Geçmeyen baş ağrım için.” Üç katlı apartman yavrusunun merdivenlerini
çıkmaya başladılar. “Bizim ev sahibi dedi. Kafamda cin olabilirmiş.” Kır saçlı ani bir kahkaha attı.
Ferhat da gülümsedi: “Girermiş onlar öyle. Onun da dermansız bel ağrıları varmış. Hiçbi doktor
kar etmeyince o da tavsiye üzerine gitmiş. Adam acayip ünlü.”
Sakallı ağabey basamakların bir türlü bitmemesine sinirleniyordu: “Ondan mı böyle anasının
nikahında evi var?” Merdiven biter bitmez eli zile gitti. Ferhat elini tuttu, kafasında bir şey var
gibiydi:
“Böyle girmeyelim abi. Yapmayın Allah aşkına, bi kılık falan değiştirseydik. Bu yüzden bir sürü
adam kaçırmadık mı elimizden?”
“Çekil, prosedür böyle. Amerikan polisi miyiz len biz?” Sakallının eli zile tekrar uzandı. Ferhat
yine elini tuttu: “Pizzacı desek?” Sakallı zile bastı. Çalar saat ziline benzer bir ses duydular. “Zilde
bile iş yok.” dedi kel.
Kapı açıldı. Ferhat ve ondan daha genç, uzun parlak siyah sakallı, takım elbiseli bir delikanlı göz
göze geldiler. Delikanlı, karşısında düşmanca bakan dört üniformalı görmekten tedirgin oldu ve
takkesini eliyle düzeltti:
“Buyrun, kimi aramıştınız?”
Kirli sakallı polis sakaldaşını cevapladı: “Cinci Hoca’nın yeri burası mı?”
“Musap Hoca. Niye gelmiştiniz?” Kirli sakal konuşmak için nefes aldı ama Ferhat ondan önce
davrandı: “Bizim bi cinimiz vardı da.” Delikanlı, Ferhat’ı baştan aşağı süzdükten sonra içeri davet
etti. Koridorun sonundaki odadan “Kim gelmiş?” diye bitkin, hatta yarı ölü bir ses geldi. Delikanlı
cevap veremeden dört polis oturma odasına girmişti bile. İçeride sakallı delikanlının olgunlaşmış
halinden üç tane daha vardı. Her biri otuz beş-kırk yaşlarındaydı. Kanepenin üzerinde bir kız
hareketsiz, sırt üstü yatıyordu. Başörtüsünün ucundan kahverengi saçları görünüyordu. Evlere
temizliğe giden kadınlar gibi giyinmişti. Belli ki buralıydı. Köşede ise dev bir minderin üzerine
Musap Hoca kurulmuştu. Hiç de zengin gibi bir hali yoktu, hatta o haliyle canlı olması başlı başına
bir mucizeydi. Gözleri hiç bir şeyi göremeyecek kadar kısıktı. İncecik kolları devamlı titriyordu,
dişleri görünürde yoktu.
“Geç kaldık” diye fısıldadı kır saçlı yaşlı polis Ferhat’a: “Bu adam zaten ölecek iki güne.
Mahkemeye yetişmez.”
“Buyrun oturun” dedi orta yaşlı müritlerden biri. Ferhat müritleri önceki gelişinden hatırlamıştı, o
yüzden hiç kimseyle göz göze gelmek istemiyordu. Yolda hazırladığı konuşmasına hemen başladı,
kendisinden önce diğer polislerin konuşup kafasındaki planı bozmasını istemiyordu:
“Benim başımda çok şiddetli bir ağrı var hocam. Ev sahibemiz sizi tavsiye etti. Valla iş yapamaz
oldum. Bir baksanız?” Sakallı polis böyle bir oyun oynadıkları için sinirlenmişti, ama diğerleri ses
çıkarmadığı için o da oyunu bozmaya cesaret edemedi.
“Pağasıyna...” dedi Musap Hoca, boz ayının tüylerini andıran yarım metrelik sakallarını kaşırken.
“Efendim?” Ferhat mümkün olduğu kadar kibar bir ses tonuyla konuşuyordu. Birazdan hocayı
tutukladığına pişmanlık duymamak için karşısındakileri kendisine saldırtmaya çalışıyordu.
Karşınızdaki insanın size saldırmasını istiyorsanız, ve eğer Türkiye’de yaşıyorsanız, yapmanız
gereken kendinizi yumuşak başlı biri olarak tanıtmaktır.
“Parasıyla dedi. Polis olmanız bi şey değiştirmez. Ne kadar para o kadar şey.” Cümlenin sonunu
getiremeyen mürit klonlarından en hacimli olanı, kendi salaklığına mı güldü yoksa yumuşak başlı
polisi aşağılamak için gülermiş gibi mi yaptı belli değildi. Bu arada kır saçlı Ferhat’ı, klonların
görmemesine özen göstererek dürttü. Gözüyle kanepeyi gösterdi. Ferhat’ın ölmüş olabileceğini
düşündüğü kız yavaş yavaş titremeye başlamıştı. Diğer polislerin fark edemeyeceği kadar hafifti
titremesi, sanki üşüyor gibiydi. En azından canlıydı. Ferhat’ın ona aval aval bakmasından dolayı
müritler de farkına varmıştı olayın. Bir tanesi (Ferhat’la konuşan mıydı yoksa başkası mı belli
değildi) hocanın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Sonra iki klon, şeyhin koltukaltlarından tutarak
onu ayağa kaldırdı. Genç mürit de ayağa kalktı ve polisleri “lütfen dışarıda bekler misiniz hocanın
işi var” diyerek dışarı çıkarmak istedi. Ferhat, sebebini bilemediği bir suçluluk duygusuyla itiraz
etmeden ayağa kalktı ama ne yazık ki sakallı ağabeyi onunla aynı fikirde değildi: “Burada yeterince
durduk zaten. Bizimle karakola gelir misiniz?” diyerek elinde kelepçesiyle hocanın üzerine yürüdü.
Ferhat, polislerin bu ‘çıkma teklif eder gibi’ tutuklama yapmasına alışamamıştı bir türlü. O
küçükken hayalinde suçluları hep: “Konuşmama hakkına sahipsin...” diye başlayan konuşmalarla
(konuşmama hakkının ne demek olduğunu bilmemesine rağmen) tutuklardı. Sabırlı olmayan
sakallı ağabeyine kızdı: “Ayhan Abi!”
Ayhan Ağabey’in işi tahmin ettiği kadar kolay olmayacaktı. Üniformalıların içinde en iri yarı olan
Ayhan Ağabey’in önünü ondan daha iri olan delikanlı mürit kesti: “Ne yapıyorsunuz?” Musap
Hoca, havlayarak üzerine koşan bir köpek görmüş gibi korkup köşeye sindi. Konuşmayı kel
devam ettirdi: “Hepiniz karakola geliyorsunuz, sahte hocalıktan...” (gerçek cinci hocalık
serbestmiş gibi)
“Siz kimsiniz de bizi...” Kelin sözünü kesen müridin sözünü Ayhan Ağabey’in silahının namlusu
kesti. Musap Hoca arkadan anlaşılmayan bir Türkçe ile adamlarına direktifler veriyordu. Buna
rağmen sesi değişmemişti, hala acılar çeken bir ihtiyar tonundaydı.
“Siz delirdiniz mi? Allah’tan belanızı mı istiyorsunuz?” Genç mürit kelepçelendiğine hala
inanamıyordu. Şeyhini polislere karşı dokunulmaz bilmişti bugüne kadar. Genç kızın titremesi
gittikçe şiddetleniyordu. Elleri havada olan mürit klonlar, elinde kelepçeyle Musap Hoca’ya doğru
ilerleyen kel ağabeye engel olamadıkları için çıldırıyorlardı.
“Yapmayın!” “Çok kötü olur, onu tutuklayamazsınız!” Kel ağabey Musap Hoca’nın bileğini
yakaladı. Hoca etrafı köpeklerle çevrilmiş bir kediye benziyordu. Kafasını şiddetle sağa sola
sallayıp “I ııh! I ııh!” diye elinden şekeri alınmış bir çocuk gibi ağlamaklı yüzüyle kel ağabeye itiraz
ediyordu. Tam o sırada yine hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir şey oldu ve eli havadaki
müritlerden biri ölümü göze alarak elini indirip hocayı tutuklamaya çalışan kel ağabeyin kolundan
yakalayarak onu engellemek istedi. Kel ağabey kolunu kurtarmaya çalışırken müridin bir anda elini
gevşettiğini hissetti ve klon yere yığıldı, takkesi düştü, keli göründü.
“Sen işine bak Mustafa Abi” dedi Ferhat müridin ensesine kabzasını indirdiği tabancasını yerine
yerleştirirken. Bütün takkeliler panik içindeydiler, sanki kıyametin kopmasını bekliyorlardı. Musap
Hoca olması gerekenden çok daha fazla direnç gösteriyordu. Mustafa Ağabey yaşlı adamın ellerini
arkada birleştirmek için insanüstü çaba sarfetti, hatta onu sabit tutmak isterken kelepçeyi elinden
düşürdü. Hoca sanki bir kaç saniyede Mustafa kadar güçlü olmuştu. Ferhat yerden kelepçeyi aldı.
Ayhan Ağabey silahının namlusunu müritlerin suretleri üzerinde devriye gezdiriyordu. Hoca
devamlı kafasını sağa sola sallayıp “Yağpma, yağpma!” diye bozuk bir Türkçe’yle yalvarıyordu.
Kızın titremesi aynı şiddetle devam ediyordu. Ferhat, hocayı kelepçelediği sırada arkasından
birinin konuştuğunu duydu. İşi bitince arkasına döndü.
Köşede eli havadaki müritlerden biri daha Arapça bir şeyler söylerken ellerini yavaş yavaş
indiriyordu. Ayhan Ağabey silahını ona doğrulttu ve görüntüsü üzerine sabitledi. Takkeli başına
gelecekleri bildiği halde Ayhan Ağabey’i görmezden gelerek konuşmasını, sesini alçaltarak devam
ettirdi ve yavaş yavaş yere çöktü. Ayhan Ağabey “Ayağa kalk!” diye bağırınca elleriyle yüzünü
kapattı. Sesi boğuklaştı ama birilerine dua eder gibi yakarışı devam ediyordu. Musap Hoca ani bir
hareketle Mustafa Ağabey’in elinden kurtuldu ve topallaya topallaya dışarı kaçmaya çalıştı. Ferhat
çabucak kendine geldi, hocanın peşinden koşup onu sahaya inmiş bir holigan gibi belinden
yakalayıp yere indirdi. Bu sırada odadaki bütün müritler (baygın yatan hariç) ellerini indirip aynı
şekilde yere çöktüler. Kır saçlı polis yerdeki hocanın yüzünü kendine çevirdi ve sağlığını kontrol
etti.
“Sen bunu tut Yakup Abi, ben diğerlerine bakıcam.”
“Bunun tutulcak yeri mi kalmış çocuğum?”
Yakarışa benzeyen duaların sesi gittikçe artıyordu. Konuşan müritlerin arasında bir
senkronizasyon yoktu, herkes kendi kendine, kendi sözlerini söylüyordu. Yakup Ağabey yüzüstü
dönmüş hocanın gözbebeklerini kontrol ederken Ayhan yaşlı adamı, ellerini birbirine bağlayan
kelepçe zincirini kavrayıp yukarı doğru çekerek yavaşça ayağa kaldırdı. Takkelilerden bir tanesi
hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Üniformalılar kontrolü kaybettiklerini hissediyorlardı. Ayhan
hocayı kelepçesinden tutup götürmeye çalışıyordu ama bunak herif karasabana koşulmuş bir öküz
gücüyle diğer tarafa yürüyor, saban rolünü üstlenen Ayhan, ayağının altındaki halıyla birlikte yerde
kayıyordu. Hocanın yorgunluktan (gerçek anlamda) ölmek üzere olduğu çıkardığı acı dolu
seslerden anlaşılıyordu. Mustafa yardıma gelip hocayı önden kapıya doğru ittirmeye çabalarken
yerde çökmüş müritlerden biri daha (ve yine silaha rağmen) dışarıya doğru depara kalktı. Hocanın
acılı inlemeleri Mustafa’nın müdahalesiyle birlikte gittikçe köpek ulumasına dönmüştü. Sanki
sadist bir çocuk uyuz bir sokak köpeğini sopayla dövüyordu. Dışarı kaçan klonun peşinden elinde
silahıyla Ferhat gitti. Hoca deli gibi kendini sağa sola savuruyor, odadaki eşyaları yere düşürüp
kırıyor, yine de kapıya bir santim yaklaştırılamıyordu. Derin solukları, odaya hakim olan dua ve
ağlama seslerini bastırıyordu. Odadaki tek soğukkanlı kişi olan Yakup, kanepedeki kızın artık
titremediğini farkedince yanına gidip nabzını tuttu. O sırada pencerenin dışından bir el silah sesi
geldi...
***
Ferhat bir anda durdu, silahı iki eliyle tutup nişan aldı ve ikinci kez ateş etti. Birkaç saniye
duraklayıp ileri baktıktan sonra “Vurdum galiba” deyip tekrar koşmaya başladı. Meslektaşlarına
kıyasla oldukça diri olan vücuduyla yapabildiği en iyi şeyi yapıp hızını doruğa çıkardı. Önündeki
kendi boyundan yüksek duvara sıçrayıp iki hamlede üzerinden geçti ve diğer tarafa indi. Bir
çıkmaz aralığın çıkmaz tarafından içeri girmişti. Etrafta yerlere saçılmış çöplerden ve bozulmuş
yemek artığı kokusundan başka bir şey yoktu. Gecekondu türü bir evin arka bahçesinde olduğunu
farketti. Evin perdeleri çekilmişti. İçeriden ışık veya ses gelmiyordu. Ellerini at gözlüğü yapıp
gecekondunun arka camından içeri baktı. Tülün arasından zar zor görünen ev boş gibiydi.
Girdiği yönde devam edip bahçenin girişinden dışarı çıktı. Bahçedeki zayıf ışığın nereden geldiğini
gördü. Bulunduğu sokakta üç tane sokak lambası vardı ve Ferhat onlardan birinin yanında
duruyordu. Hiç hareket etmeden, sadece kafasını oynatarak etrafa bakındı. Birbiriyle hiç uyumu
olmayan bu irili ufaklı (genelde ufaklı) evlerin arasına kaçmış birini, hem de bu saatte bulması
kesinlikle imkansızdı.
“Allah kahretsin!” dedi ve çıkmaz aralığın çıkmazına geri döndü. Kan izi bulmak ve takip etmek
fikri aklına sonradan gelmişti. El feneriyle yerleri uzun uzun inceledikten sonra yere çöküp kan
olabileceğini düşündüğü izleri kontrol etti. Yere yaklaştıkça sulu çöplerin kokusu dayanılmaz
oluyordu. İzlerin kan olup olmadığı anlaşılamazdı ama bu izler küçük bir doğru oluşturuyordu ve
bu ‘doğru parçası’ üst üste yığılmış çöp torbalarının yanında sona eriyordu. O çöplere
dokunmayacaktı. Biraz düşündü, sonra etrafta sopaya benzeyen herhangi bir şey aradı. Bahçenin
köşesine üst üste yığılmış çürük tahtalardan birini alıp çöp torbalarını eşeledi. Çöplerin arasından
ne olduğunu anlayamadığı küçük bir şey fırlayıp kaçtı. Farelerden çok korkuyordu. Kaçan şeyin
fare olmamasını umarken tahta sert bir şey buldu. Çöpleri ve açık-kapalı çöp torbalarını biraz
daha kenara itip el fenerini yakarak bulduğu şeye baktı. İçi dolu bir pantolon bulmuştu. Feneri
ağzına aldı ve tahtayı iki eliyle tutarak çöpleri hızla kazdı. Işığı gören sıçanlar karanlığa
kaçıyorlardı. Pantolonun sahibinin hemen hemen bütün vücudu ortaya çıkmıştı. Ağzındaki feneri
vücudun kafasına çevirince sakallı yüzü gördü. Bu o kaçan klon olmalıydı. Kesin emin değildi,
çünkü sakalından başka bir yerini hatırlamıyordu. Gözleri açık bir ceset gibi sabit bir şekilde
havaya bakıyordu. Bacağının kanayan yerini bir fare kemiriyordu. Tahtayla fareye bir golf topu
gibi sertçe vurdu. Sıçanın kemirdiği yerde kan ve etin arasından kemik gözüküyordu. Klonu
tahtayla dürttü. Adamda en ufak bir hareket yoktu. Telsizini alıp kulağına götürdü. Konuşmaya
başlayamadı çünkü sokağın bir yerinden, hatta belki de hocanın evinin bulunduğu taraftan ardarda
patlayan silah sesleri duydu. Zaten yeterince gerilmiş olan vücudu aniden gelen gürültüyle kopma
noktasına geldi.
“Hassktir!” Daha önce rahatça çıktığı duvarı bir türlü aşamayan Ferhat, duvarın diğer tarafının
daha yüksek olduğuna kanaat getirdi ve tekrar depara kalkarak bahçenin girişinden çıktı, ama
çıktığı gibi de kayboldu. Heyecandan kendi salaklığına gülerek ışıkları yanan ama neci olduğu
anlaşılmayan bir dükkana daldı ve içerideki adama Cinci Musap Hoca’nın yerini sordu. Adamın
tarifine bakılırsa yanlış yöne gitmişti. Dışarı çıkıp sola dönülecek camiyi ve sağa dönülecek
gecekondu inşaatını buldu. Aradığı üç katlı gecekondu karşısında duruyordu. Evin arkasından
gelen şiddetli cam kırılması sesi sakin sokağı ikinci kez inletti. Olayı kaçırmak istemeyen Ferhat
hızını iyice arttırdı. Diğer evlerin sönmüş ışıkları bir bir yanıyor, insanlar balkonlara, kapı önlerine
çıkıyorlardı. Binanın girişinde bir mürit yüzüstü yatıyordu. Ferhat hiç durmadan müridin
üzerinden atladı ve içeri girdi. İlk gelişinde bir türlü bitmeyen basamakları üçer dörder (hatta
beşer) tırmanıp açık kapıdan içeri daldı.
Herkes ölüydü...
***
Yakup, kızın nabzının atmadığını söyleyemeden pencereye koştu, “Ferhaaat!” diye karanlığa
bağırdı. Ona cevap olarak bir el silah sesi daha geldi. Kanepeye, hareket etmeyen kızın yanına
oturdu ve telsizini eline aldı. Aletin düğmesine bastı ama ağzını açamadan tekrar ayağa fırladı.
Musap Hoca, o yaştaki bir insanın kaldırmasına imkan olmayan bir şekilde bacağını kaldırarak
Mustafa’nın kasıklarına tekmeyi geçirmişti. Deliye dönen Ayhan, en yapmaması gereken şeyi yaptı
ve refleks olarak yaşlılıktan iki dakika sonra ölecekmiş gibi gözüken hocanın sırtına bütün gücüyle
bir yumruk attı. Yumruğu yiyen hoca tekrar kendi yaşına döndü ve sendeleyerek yüzüstü yere
yıkıldı. Bir şeylerden korktukları her hallerinden belli olan iki müridin ikisi de korkularını bir anda
unutup yavrusunu koruyan vahşi hayvanlar gibi Ayhan’ın üzerine atladılar. Onu yere yıkıp üzerine
çıkarlarken Yakup klonları durdurmak için hamle yaptı. Mustafa bu sırada arkadaşlarına yardım
etmesi gerektiği halde bir korkuluk gibi hareketsizce yerde yatan Musap Hoca’ya bakıyordu.
Yakup’un büyük uğraşlarla Ayhan’ın üzerinden indirdiği mürit, Yakup diğeriyle ilgilenirken tekrar
Ayhan’ın tepesine çıkıyor, kudurmuş gibi sağlı sollu yumruklarla yerdeki polisi öldüresiye
dövüyordu. Ölü gibi yerde yatan Musap Hoca aniden gözlerini açtı ve kanepedeki kız gibi
titremeye başladı. Ayakta duran bir heykele dönüşmüş olan Mustafa, “Mustafa yardım etsene!”
diye bağıran Yakup’a tepki vermiyordu. Musap Hoca’nın titremesi fizik kurallarını aşmıştı, bir kız
çocuğunun elinde sallanan bir oyuncak bebek gibi tüm vücudu sağa sola savruluyordu. Hocanın
çıkardığı panik dolu ağlama sesini duyan Yakup kafasını bir an o yöne çevirince Mustafa’nın
hipnotize olmuş halini gördü. Bir türlü susmayan hocanın çıkardığı sesler müritleri tekrar
korkutmuştu. Ayhan’ın üzerinden hemen indiler, geriye kanlı bir surat kaldı. Bir tanesi odanın en
köşesine sindi, top gibi yere kapandı ve elleriyle başının üzerini kapattı. Diğeri ise kaçmaya çalıştı
ama dışarı ilk adımını attığı anda bacağından yediği kurşunla yere yığıldı. Hoca aynı inlemelerle
dizlerinin üzerinde doğruldu. Yüzü Mustafa’ya dönüktü. Kurşunu yemiş mürit acı içinde yerde
kıvranırken Yakup kafasını ve namlusunu Musap Hoca’nın sırtına çevirdi. Ayhan yüzü kan içinde
sağ göğsünü tutarak kalktı. Ağır ağır yürüyerek kafasına Ferhat’ın silahının kabzasını yiyip bayılan
(ve ağzından yere akmış kan şu anda küçük bir birikinti oluşturmuş olan) klonun üzerine basıp
geçerek yerde yaralı yatan müridin yanına geldi ve karnına bütün gücüyle bir tekme attı. Yakup
hala Musap Hoca ve Mustafa’nın arasındaki ilişkiye bakıyordu. Hoca susmuştu, hareket
etmiyordu. Sadece dizleri üzerinde Mustafa’ya bakıyordu.
“Mustafa!” diye bağırdı Yakup. “Yardıma gelsene!” Onu dürtmek için yanına gittiğinde hocanın
yüzünü gördü. Dudakları bir şeyler söylüyordu ama ağzından ses çıkmıyordu. Hocanın korkunç
suratı Yakup’a bile soğukkanlılığını kaybettirmişti. Uyanması için Mustafa’nın adını yüksek sesle
tekrarlıyor, sırtına, yanağına, kafasına, aklına gelen her yere tokat atıyordu. Kulağının direkt içine
avazı çıktığı kadar “Mustafa uyan artııık!” diye bağırırken hocanın gözlerinin parladığını farketti.
Gözündeki ışık gittikçe parlaklaştı, sadece gözlerinden değil, artık kulaklarından da uzunları
yakmış bir araba gibi ışın demeti halinde ışık çıkıyordu. Yakup titreyen elleriyle silahı tekrar
hocaya çevirdi: “Kıpırdama.”
Ama hoca kıpırdadı. Ağzını ardına kadar açtı ve kafasının içindeki bütün ışık bir nur topu olarak
dışarı fırladı. Işık küresi havada yavaşça süzülürken Mustafa gözleriyle onu takip ediyordu. Nur
topu yükselmeyi durdurdu, sonra bir anda lunaparktaki radar gibi ani bir hızla Mustafa ve
Yakup’un üzerine indi. Yakup son anda kendini yere atıp kurtulurken, nur topu Mustafa’nın
kafasıyla bütünleşerek kayboldu. Yakup yattığı yerden yukarı baktı: “Mustafa?”
Dev bir kurbağanın bir kaldırım taşıyla ezilmesini andıran iğrenç ses odada yankılandı,
duvarlardan, camlardan sekerek herkesin kulağından beynine girip panik ve ürperti merkezlerini
harekete geçirdi. Yakup’un yüzü bir anda kan içinde kaldığı için Mustafa’yı göremiyordu. Yüzünü
kapatarak yere çökmüş mürit, içi su dolu bir balonun patlamasına benzettiği sesi duyduktan sonra
sırtının ıslandığını hissetti. Yerde yaralı yatan müridin önüne kan sıçramıştı ve kan damlalarının
arasında üzerinden sinirleri sarkan bir göz de vardı. Mustafa’nın karşısında dizleri üstünde duran
hocanın yüzü ve giysileri koyu kırmızı kan ve gri lapa içinde kalmıştı, ama o yine de hareket
etmiyordu. Ayhan korkudan kapının eşiğine kadar gerileyip “MUSTAFAAA!” diye haykırırken
Yakup yüzündeki kanı temizleyip Mustafa’ya baktı...
Mustafa’nın kafası her yerdeydi. Duvarlarda beyin parçaları, pencerenin camında kulak, yerdeki
halının üzerine sinmiş ağır kan kokusu ve kıllı et parçaları. Kanepedeki baygın kızın yanağına
saplanan bir diş ve camı kırıp dışarı uçan başka bir diş. Üzerinden birkaç diş eksilmiş bir alt çene.
Mustafa Musap Hoca’nın önüne yığılırken havada asılı kalan nur topu...
“HAYIIIR!!!” “HAYIRRR!!” birbirine çok yakın, hatta birbiriyle örtüşen iki “hayır”. Birisi
arkadaşının kafasının parça parça bütün odaya dağıldığını gören Yakup’tan, diğeri polislerin
hocaya zarar vereceklerinin farkına varan yaralı müritten gelmişti. Yakup’la Ayhan farkında
olmadan anlaştılar ve aynı anda bütün kurşunlarını Musap Hoca’nın üzerine boşalttılar. Kurşunlar
hocayı tam arkasından ve ön çaprazından delip geçiyordu. Şeyhin üzerinde açılan deliklerden
dışarıya sanki içinde çok güçlü bir lamba yanıyormuş gibi ışın halinde beyaz ışık çıkıyordu. Kurşun
trafiğinin aşağısında Musap’ın dizlerinin altına yavaş yavaş bir kan gölü birikmişti. Ama bu
hocanın kanı değildi, hatta hocadan hiç kan akmıyordu. Mustafa’nın boynundan dışarı süzülen
kan oluşturmuştu birikintiyi. Kurşunlardan hiçbiri hocanın içinde kalmadı. Belki de o yaştaki
adamın vücudu sertliğini yitirdiği için bütün mermiler yaşlı adamın içinden geçip başka yerlere
gidiyordu. Yakup’un kurşunlarından birisi hocayı delip arkasında yere çökmüş müridin sırtına
girdi. Zaten ağlıyor olan mürit son bir feryatla yere yığıldı. Ayhan’ın kurşunlarından birisi
Yakup’un omzunu sıyırdı. Delikli bir abajura dönen hocanın vücudunun parçaları birbirini daha
fazla tutamayacaktı.
Mermiler bittikten sonra bir süre daha tetiği çekmeye devam ettiler. Doksanlık hoca, Ayhan ve
Yakup’un hınç dolu bakışları arasında öne, Mustafa’nın başsız vücudunun üzerine yığıldı. Kapıya
çok yakın olan yaralı mürit, bu kargaşada kaçmak yerine Ayhan’ın bacakları arasından hocasını,
şeyhini görmeye çalışıyordu. Şeyhin delik teşik olmuş vücudu yere düştüğü saniyede üzerindeki
bütün delikler, içinden daha geniş bir şeyler çıkmaya çalıştığı için birbiri üzerine genişleyip en
sonunda basınca dayanamayarak tüm vücudu parçalara ayırdı. Kurşun deliklerinden onlarca ışık
küresi çıkmış ve hepsi odaya yayılmıştı. İçinde bulundukları oturma odası, döner abajuru olan bir
bebek odasını andırıyordu. Bir süre havada dönerek yükseldikten sonra yavaşladılar, neredeyse
duracak kadar yavaşladılar. Ama durmadılar...
Mustafa’ya bakınca kendi ölümünü gören Ayhan, yerdeki yaralı müridin üzerine basıp çıkışa doğru
koşmaya çalışırken sırtında hissettiği ıslak bir acıdan sonra karşısında bir nur topu buldu. Nur
topunun etrafından geçip giden kanlı et parçaları kendisine aitti. Kalp bölgesinde hentbol topu
büyüklüğünde bir delik açıldığını gördükten sonra kalbinin yerinde olmadığını fark edecek zaman
bulamadan sırtından, kalçasının hemen üzerinden ikinci bir nur topu girdi ve bağırsaklarını ön
taraftan dışarı sarkıtacak bir delik açarak önden çıktı. Küreler saf ışık topları gibi parlıyorlardı ama
etki olarak yakın mesafeden ateşlenen bir havan topundan farkları yoktu. Kargaşa esnasında
unutulacağını uman yaralı mürit iman gücünü kullanıp düşe kalka merdivenlerden aşağı inmeye
çalışırken parlak, buz mavisi bir nur topu peşinden merdivenlere gitti.
Aynı anda Yakup da Ayhan’ın yaşadıklarından habersiz diğer tarafa, pencereye koşuyordu. Aşağı
atlamayı başarırsa, üçüncü katta olduğu halde, küçük bir ihtimal de olsa, hayatının geri kalanını
sakat geçirecek bile olsa hayatta kalması için bir şansı olabilirdi. Pencerenin camını parçalayarak
kendini dışarı attı. Eğer daha önceden ona “Ölmeyi mi tercih edersin hayat boyunca sakat kalmayı
mı?” diye sormuş olsalardı, o da çoğu insan gibi “Tabi ki ölmeyi. Sakat kalıp her gün öleceğime
bir kere ölürüm daha iyi” derdi. Hem de Yakup gibi bilge bir insan olduğu halde. Çünkü insan
evladı hiçbir zaman ölüme hak ettiği ciddiyeti göstermez. Ölüm gerçekten kapıya dayanana kadar
bunun bir oyun olduğunu sanır. İntihar eden insanlar bile, hayattan ne kadar nefret ederlerse
etsinler, ölümden dönüş olmadığını anladıklarında; boşluğa atladıklarında, hapları yuttuklarında,
bileklerini kestiklerinde yaptıklarına pişman olurlar, ama artık çok geçtir. Onları intihara
sürükleyen pişmanlıklarına giderayak bir tane daha eklerler. Ölüm ne yazık ki şakadan anlamaz...
Yakup kendini dışarı attı atmasına ama uçan ışık topları Yakup’tan daha hızlıydı. Yakup
pencerenin dışındayken, henüz irtifa kaybedemeden sırtından içeri, diğerlerinden daha büyük bir
ışık topu girdi. Ama hiçbir şey olmamış gibi vücuduna yayıldı ve bir süre sonra kayboldu, hatta
“söndü”. Ama bu Yakup kurtulacak anlamına gelmiyordu çünkü hızlanarak irtifa kaybediyordu.
Belki betona düşmek kadar sert bir iniş olmayacaktı ama altında duran araba Yakup’un alacağı
hasarı engelleyemezdi. Arabanın üzerine yüzüstü çakıldığı anda bütün camlar, arabanın içinde bir
ses bombası patlamış gibi tuzla buz oldu. Kırmızı “Reno 12”nin tavanı koltukların seviyesine
kadar inmişti. Yakup bir daha kıpırdamadı. Odadaki onlarca nur topu, konumlarıyla aynı
doğrultuda yavaş yavaş dağıldılar. Kimi pencereden dışarı çıktı ve karanlık gökyüzünde gittikçe
şeffaflaşarak kayboldu, kimisi duvar, kimisi tavan, kimisi de yerle “bütünleşerek” yokoldu. Hemen
ardından Ferhat nefes nefese içeri girdi...
***
“Yakup Abi aşağıda, bi arabanın üzerine düşmüş.” dedi Ferhat kendisi gibi ameliyat maskesi
takmış üniformalılardan birine. Gerçi o basit maskeler odadaki mezbaha kokusunu azaltmaya bile
yetmiyordu ama en azından nefes almayı güçleştirdiği için içerisini daha dayanılır hale getiriyordu.
Mustafa’nın başsız vücudunun üzerine yine birisi kustu. Ama bu sefer ağzından maskeyi
çıkarmaya vakti olmadığı için kusmuklar ameliyat maskesinin kenarlarından püskürdü.
“Allah kahretsin!” diye bağırdı Ferhat maskenin ardındaki boğuk sesiyle. “Çıkarın şunu dışarı!
Zaten içerisi yeterince berbat.” Zaten içerisi yeterince berbattı. Kimin vücudu kime ait belli
değildi. Bütün bunların nasıl olduğu, hatta nasıl olmuş olabileceği de belli değildi. Şeyhten arda
kalanlar odaya yer yer dağılmış eski bir mumyaya ait gibi gözüken kuru et parçalarıydı.
Diğerlerinin vücutları ortadaydı. Görevlilerden biri, üzerinde birkaç diş bulunan alt çeneyi lateks
eldivenle tutarak diğer elindeki poşetin içine atarken yerde yatan ve kafasının yanında bir kan gölü
oluşmuş müridi farketti. Cesedin incelendiğini gören Ferhat’ın aklına silahının kabzası geldi:
“Nasıl ölmüş?”
“Kafasına sert bir cisimle vurulmuş, sonra da ölmüş. Vay be.” Ferhat şaşırmış bir yüz ifadesiyle
kafasını salladı. “Bu ne?” diye sordu maskeli bir üniformalı, avucunun içinde kırmızıya boyanmış
gri bir pelte tutarken.
“Çek şunu başımdan, neyse ne!” Ferhat da kusmak üzereydi. Tuvalete gitmek için kapıdan
çıkarken, aşağı inmiş olan üniformalı basamaklardan koşarak çıkıp Ferhat’a çarparak durdu:
“Yakup Bey yaşıyor!”
Ferhat Yakup’la aşağıda karşılaştığında sırtında kahverengi “sivil” bir ceketle kaldırımda
oturuyordu. Hemen yanındaki yarı-hurdaya dönmüş kırmızı arabanın başına üç dört sade
vatandaş toplanmış göz kararı hasar tespiti yapmaya çalışıyorlardı. İçlerinde en telaşlı gözükeni
büyük ihtimalle arabanın sahibiydi.
“Abi kaç paralık hasar var şimdi bunda?”
“Ne parası lan göçmüş araba.”
“Verirler abi merak etme.”
“Nah verirler, vermezler abi gitti senin araba. Bizim arkadaşın Sıkoda’ya da belediye otobüsü...”
gibi sözlerin arasından geçerek Yakup’un yanına oturdu Ferhat. “Nasıl oldu abi?”
Yakup konuşmadan karşısındaki arabayı seyrediyordu. Ferhat koluna girerek Yakup Ağabey’ini
kaldırdı. Geldikleri polis arabasına doğru ağır ağır yürüdüler. Saat biri geçiyordu. “Nereye gidelim
abi?”
“Kağakola...”
Dilemma
İstiklal Caddesi deli olur hafta sonları. İnsanlar yürümek için boş alan bulamaz, sanki dev bir
otobüsün arka tarafına doğru ilerliyorlardır. Konuşmaların birbirine karışarak oluşturduğu uğultu
çoğu zaman dev dükkanlardan gelen müzik seslerini bastırır. Kameraların, ünlülerin ve her türlü
garip mahlukatın en çok ziyaret ettiği yerdir bu cadde. Yolda bir uzaylıyla bile karşılaşabilirsiniz.
Aniden önüne atlayan uzaylıyı görünce ister istemez irkildi kızcağız. İki eliyle omzuna astığı
çantasına sarıldı. Malum, bu devirde uzaylılara bile güven olmazdı. Garip yaratık lacivert kel
kafasındaki iri gözlerini kızın üzerine dikti. Yüzündeki sabit gülümsemeyle selam verdi ve üç
parmaklı plastik elini uzattı. Kız da gülümsedi ve eli sıktı, sonra da üzerindeki yazıyı okudu.
“Nerde bu UFO müzesi?”
Uzaylı boğuk sesiyle cevapladı: “Şu sokağa girince kafenin hemen yanında.” Konuşurken doğal
olarak ağzı oynamıyordu.
“Haktan Akdoğan da orda mı?”
“O İspanya’ya gitti, on gün sonra dönecek.”
Teşekkür edip yoluna devam etti sarışın güzel. O yürümeye başlayınca bir süredir on metre
gerideki bir bankanın vitrininden içeri bakan adam da yürümeye başladı. Adam kızdan biraz daha
hızlı yürüyor, aradaki mesafeyi yavaş yavaş kapatıyordu. Kız sigara almak için bir markete girince
adam yine olduğu yerde durup kadın çamaşırı satan bir dükkanın vitrinini inceledi. Sonra tekrar
onunla birlikte yürümeye başladı. O kadar insanın arasında fark etmesi imkansızdı kızın takip
edildiğini. Adam arayı birkaç metre daha kapattı.
Yol boyunca gözleri bir noktaya sabitlenmişti adamın, kızın mini eteği. Mükemmel bir
uzunluktaydı, ne çok uzun ne çok kısa, dizin hemen üzerinde. İstanbul’un kızları bu işi biliyor diye
düşündü. Ama şu anda düşünecek daha önemli şeyleri vardı. Kız Taksim Meydanı’nı geçip
duraktan Sarıyer otobüsüne bindi. Bulduğu boş yere oturduktan sonra otobüse binen bir adam
dikkatini çekti. Bu adamı biraz önce görmüş gibiydi. Adam ilerleyip kızın arkasına geçerken ucuz
kolonyasının kokusu kızın burnundan içeri girip beynini “ucuz, ucuz, ucuz” diye uyardı. Genç
kızın arkasında kalan adamın daha sonra ne yaptığı belli değildi.
Bir saatlik yolculuktan sonra otobüsten indi genç kız. Caddenin diğer tarafına geçip ara
sokaklardan birine girdi. Evine gitmesi için dik bir yokuşu çıkması gerekiyordu. Bacakları iflas
edecek noktaya geldiği sırada sağa dönüp apartmana girdi. Normal şartlar altında altı katı koşarak
bile çıkabilirdi ama bugün kendini yorgun hissediyordu. Bir süre beklemiş olduğu asansör zemin
kata gelince kendini içeri attı. Arkasından kapıyı kapanması için bırakmıştı ama kapı
kapanmamıştı. Çünkü bir el kapıyı tutuyordu. Burnuna tanıdık bir kolonya kokusu geldi. Otobüste
gözüne çarpan o adam asansöre girmişti. O anda donup kalmış olmasaydı hiç düşünmeden
asansörden dışarı çıkardı. Ama teori ve pratik birbirini tutmuyordu. Sadece tanımadığı bir adama
karşı görgüsüzlük yapmak istemediği için kendi hayatını tehlikeye atıp içerde kaldı. Zaten o
kararını verene kadar asansör çoktan harekete geçmişti. Adamın kaçıncı kata gittiğini merak etti
ama düğme panelinde sadece kendi basmış olduğu altıncı katın düğmesi yanıyordu. Sonra
kendisine bakmayan adamı hızlı bir şekilde baştan aşağı süzdü. Eski bir kot ve yakası genişlemiş
düz kahverengi bir tişört giyiyordu. Kırk yaşlarındaydı ama yaşına göre genç gösteriyor gibi
gösteriyordu. Giysilerine kıyasla tipi oldukça düzgündü. Parlak kahverengi gözleri asansörün
duvarına sabitlenmişti. Sakalları bir-iki günlüktü ama tıraş kolonyasını yeni sürmüştü.
Ürkütücü bakışlarını bir anda kızın üzerine çevirdi. Bir şeyler olacağını hissetmişti kız. Eğer
şanslıysa sadece çantasını alıp kaçardı. Eğer değilse... Kendince önlemler almaya çalıştı. Çantasını
arkasına aldı, bacaklarını bitiştirdi ve sıkı sıkı kapadı. Adam ona bakıyor olduğuna göre
konuşması, ondan korkmadığını belirtmesi lazımdı:
“Siz de mi altıya çıkıyordunuz?”
“Evet, ne tesadüf di mi?”
“Kime gelmiştiniz?”
“Fevzi Işık. Tanır mısınız?” Asansör altıncı kata geldi.
Kızın gözleri fal taşı gibi açılmıştı: “Evet, kendisi babam olur.”
“On birinci daire di mi?”
“Evet. Tanıdığı mısınız?” Kız kapının ziline bastı.
“Sayılır.” Kapıyı elli yaşlarında, pos bıyıklı, kel ve göbekli bir adam açtı. Merhabalaşmalardan
sonra kız babasına yanındaki adamı işaret etti: “Beyfendi senin arkadaşınmış.”
“Çıkaramadım?”
“Arkadaşıyım demedim, tanıdığıyım dedim.”
“Ben de tanıyamadım dedim zaten.”
“Tanıyamadım demediniz, çıkaramadım dediniz.” Esrarengiz adamın yüzündeki gülümseme
plastik uzaylı maskesi gibi sabitti ama kaşlarını yavaş yavaş çatıyor, gülümsemesi gittikçe tedirgin
edici bir hal alıyordu.
“Ne istiyorsunuz?”
Adamın ağzını gülümseten kasları bir anda gevşedi: “Sizi öldürmek istiyorum.” Beklediği sözü
sonunda duymuş olan genç kız korkudan babasının arkasına saklandı.
“Sen ne hakla böyle bişey söylersin bana? Sen benim kim olduğumu...” Ne olduğunu
anlayamadan bir silahın namlusuyla yüz yüze geldi Fevzi Bey. Silah o kadar yakındaydı ki
namlusuna bakabilmek için gözlerini şaşı yapması gerekti.
“Tabi ki biliyorum hakim bey. Adınızı soyadınızı bildiğime göre kim olduğunuzu bilmem de
doğaldır.” Yüzüne bir silah doğrultulmuş olmasına rağmen hakim gayet soğukkanlıydı. İşi gücü
katillerle haydutlarla uğraşmak olduğu için her şeyden önce ondan korkmadığını göstermesi
lazımdı. Kafasını geri çekti. “Pabuç bırakmam ben senin gibilere” diyerek kapıyı adamın yüzüne
kapatmaya çalışırken gözü dönmüş haydut kapıya öyle bir tekme geçirdi ki, kapı ardına kadar
açılmakla kalmayıp hem hakimi hem de zavallı kızı yere yapıştırdı.
“Elimde silah var, ucunda da susturucu. Seni öldürmek istiyorum diyorum neden anlamıyorsun
ki? Bunu yapmaya hakkım var, senin de bana dava açmaya hakkın var.” Adamın korkutucu
gülümsemesi geri geldi. Sonra yerde yatan kıza döndü: “Kilodun gözüküyor.” Uyarıyı alan kız, sarı
kart görmemek için eteğini aşağı çekip bacaklarını asansörde olduğu gibi bitiştirdi.
“Sana ört demedim” dedi sapık kapıyı yavaşça kapatırken.
“Kimsin lan sen şerefsiz? Elinde silah var diye adam mı oldun?” Hakim blöf yapmıyordu,
gerçekten de kendini eski toprak, deli yürek, gözü kara sanıyordu. Eli silahlı eşkıyaların onu asla
korkutamayacağını düşünüyordu. Çünkü henüz kurşunun tadına bakmamıştı. Eşkıya hiç
düşünmeden hakimin böğrüne tekmeyi geçirdi. Monoton bir hayat yaşayan hantal vücudu
tanımlamayı bile beceremediği bir acıyla karşılaşınca deli yürekli insanların televizyon dizilerinde
egosunu tatmin etmek isteyen mankenlerden ibaret olduğunu beyni sonunda idrak etti. Sağ
böğrünü tutarak bir kız çocuğu gibi ağlamaya başladı. “Bir daha canımı sıkacak bir kelime çıkarsa
ağzından...” Silahı hakimin kafasına doğrultunca panik halindeki genç kız ona sarılarak kalkan
oldu. “Artık inandın mı?”
Hakim gözyaşlarının arasından karizmasını kaybetmeden haydutla anlaşmaya çalışıyordu: “Beni
öldürürsen ömrün hapiste çürümekle geçer. Ben hakimim, orayı iyi bilirim.”
“Orayı iyi bilmezsin!” Haydudun bu ani öfkesi ikisini de korkutmuştu. Beş dakika öncesine kadar
kendini mayın-işlemez Seğmen Ağa sanan hakim kollarıyla kafasını korumaya çalışıp yüzünü
kızının arkasına sakladı.
“Orayı ben iyi bilirim...” Hakimin tahmin ettiği şey doğru çıkmıştı. Bu adam onun hapse yolladığı
serserilerden biri olmalıydı: “Orda yaşamanın, yatıp kalkmanın ne demek olduğunu ben bilirim,
sen değil!”
“Benim hapse yolladıklarımdan birisin di mi?”
Haydut nefret dolu bakışlarını kızın üzerine çevirdi. “Bağla onu.” Hakim hala büyük bir azimle
iletişim kurmaya çalışıyordu: “Ne yapmamı bekliyordun? Ben adalet neyi gerektiriyorsa onu
yaparım.”
“Durum sandığın kadar basit değil hakim bey.” Aval aval bakan genç kıza tekrar döndü:
“Dediğimi duymadın mı?” “Neyle bağlıycam?” “İçeri git ip bul, bir dakka sonra buraya iple
gelmezsen baban geberecek. Bu kadar basit bi şeyin nesini anlamıyosun?” Kız mutfağa gittikten
sonra haydut hakimi tekrar adamdan sayıp onunla konuşmaya başladı:
“O kadar basit değil... Girdiğimde otuz iki yaşımdaydım. Yeni evliydim. İşim vardı. Karım vardı
karım!” Kız elinde iple geri geldi. “Bakalım ne kadar akıllısın küçük kız” dedi haydut çamaşır ipini
kendine uzatan kıza. “Eğer tek bir polis sireni duyarsam bundan seni sorumlu tutucam. Bunun
anlamını biliyosun herhalde.” Kızın cevap vermesini bekledi ama o yavaşça babasının yanına
oturdu. Haydut ipi kızın üstüne attı: “Sen bağlıycaksın.” Genç kız itiraz etmeden sızlanan
babasının ellerini arkada birleştirdi ve ipi bileklerinin etrafına doladı.
“Beni salak mı sandın?” Kız işini yarım bırakıp hayduda döndü. “Ellerini bu tarafa çevir,
bağlarken görücem. Eğer adam gibi bağlamazsan baban bu sefer kurşunu yiyecek.”
Yerde bağdaş kurmuş genç kız babasını (bu sefer gerçekten) bağlarken haydut da arka cebinden
bir cep telefonu çıkardı. Ona ait olduğu şüpheli olan telefonu kulağına götürdü, sonra tekrar
cebine koydu. Büyük ihtimalle birisini çaldırıp kapatmıştı.
“Karım şu anda başkasıyla evli, biliyo musun?”
“En azından yaşıyormuş. Benimki öldü.”
Haydut konuşmayı yine ortada kesti ve babasının ellerini ayaklarını sıkıca bağlayan kıza döndü:
“Senin adın ne?”
“Adalet.” Hiç beklenmedik bir kahkaha patladı evde: “Demek o kadar bağlısın adalete ha?” dedi
Fevzi Hakim’e. “Kızının adını bile adalet koymuşsun. Allah bilir terazi burcu olsun diye de
ayarlamışsındır.” Adalet babasına şaşkın şaşkın baktı...
Eşkıya bir süre etrafına bakındı. Evin giriş holüyle birleşmiş oldukça geniş bir salonu vardı.
Bakışlarını odanın içinde bir tur döndürdükten sonra tekrar hakimin üzerine sabitledi.
“Silahın nerde?”
“Ne silahı?”
Eşkıya hiç düşünmeden hakimin sızlayan böğrüne ikinci tekmeyi geçirdi. Tekme aynı şiddette
olmasına rağmen ilkinden daha fazla acıtmıştı. Fevzi Hakim acısını ifade edecek bir ses
çıkartamadı, sadece gözlerini yumup ağzını ardına kadar açtı. Kendisine bunu yapana bakmak için
kafasını kaldırdığında ise silahın ucundaki kara delikle yüz yüze geldi.
“Bir dahaki sefere annemin üzerine yemin ederim ki bu tetiği çekicem. Şu anda espriye kesinlikle
tahammülüm yok.”
“O çekmecede!” diye atıldı Adalet salonun köşesindeki bir çekmeceyi işaret ederek. Haydudun bir
hayduda göre oldukça düzgün cümleler kurduğuna dikkat etmişti. Haydutluk stajını Hollywood’da
yapmış olmalıydı. Haydut çekmeceye doğru geri geri giderken o babasının elini sıkıca tutup
içinden dua etti. Tam o sırada kapı çaldı. Baba kız, birbirine bakarak hayduda belli etmeden
karşılıklı gülümsediler. Haydut gayet sakin bir tavırla “Eyvah, etrafım sarıldı” diyerek cebinden
çıkardığı bir mendil yardımıyla çekmeceden silahı aldı, sonra ağır adımlarla gidip kapıyı açtı.
Fevzi ve kızı bulundukları yerden kapıdaki insanın sadece bir bacağını, dizine kadar
görebiliyorlardı. Bacak kot pantolonla örtülüydü. Eşkıyanın konuşmaları net bir şekilde
duyulabiliyordu ama karşısındaki adamın (veya erkek ayakkabısı giymiş kalın bacaklı kadının)
ağzından çıkanlar sadece mırıltıydı.
“Kendisi az önce çıktı memur bey. Nereye gitti bilmiyorum.” Kız heyecanla babasına bakıp bir
şeyler fısıldadı. Bu sırada haydut ve karşısındaki adam da konuşmaya devam ediyorlardı: “Bunlar
mı? Bunlar oyuncak silah. Rolüme çalışıyordum. Mafya dizisinde oynıycam da. CTV’de. Evet,
kolaylık olsun diye başına yazdık zaten ‘bu bir mafya dizisidir’ diye. Alın hatta hediye olarak
silahlarımdan birini vereyim. Hatta şu cep telefonunu da vereyim...”
Babasının kısık sesli “Yapma” öğüdünü dinlemeyen Adalet bir anda ayağa fırlayıp uzaktan geçen
gemiye kendini belli etmeye çalışan ıssız adaya düşmüş kazazedeler gibi el kol sallayarak
“Burdayız! Bizi rehin aldılar!” diye bağırdı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın Haydudun ardındaki
adama kendini gösteremedi.
“Ha o mu? Televizyon açık kalmış. Havaya girmek için ekşın seyrediyodum. Rehine filmi, neyse
hadi güle güle.” Kapıyı çarpıp arkasına döndü. Elinde tek silah vardı, o da peçeteyle tuttuğu
hakimin silahı. Üstüne yürüyen iri yarı adamı gören kız duvar kenarına, babasının yanına sindi.
Haydut yüzündeki ciddi ifadeyi bozmadan kızın kafasına nişan aldı. Yaptığı hareketin cezasız
kalmayacağının farkına varan genç kız, oynadığı bebek aniden elinden alınmış aptal bir kız çocuğu
gibi (yani önce ağlama suratı yapıp bir süre sonra ağlama sesi çıkarmaya başlayan) ağlamaya
başladı. Silahtan gelecek ve ona canının acıyacağını haber verecek patlama sesini duymayı
beklerken o sadece gevrek gevrek gülme sesi duydu. Eşkıyanın yüzüne baktı. Haydudun ciddi
suratı ciddiliğini kaybetmeden pis pis sırıtıyordu.
“Gerçekten inanmadınız di mi?” Hakim ve kızı sessizce düşündüler. Hakim gözlerini sabitlemiş
olduğu yerden ayırmadan sönük bir sesle yanıt verdi: “O adam polis değildi. Senin arkadaşındı.
Silahı ona verdin çünkü beni kendi silahımla öldürüp intihar süsü vermek istiyorsun.”
“Aptalca. O zaman neden cep telefonumu da vereyim? Hem silahımı da kendim götürüp
saklayamaz mıydım? Neden başkasına vermeme gerek var?” Baba kız sadece sustular. Eşkıya
silahı bu sefer hakimin yüzüne doğrulttu:
“Bu tabanca denen alet ne güzel şey di mi? Elimde bi tabanca var diye ne istersem
yaptırabiliyorum, hem de ister hakime, ister profesöre, ister mafya babasına. Şu aletin sayesinde
beni kaale alıyosun, di mi?” Hakim bu saçma soruya tenezzül edip cevap vermedi. Sessizce
bekledi.
“Bu silah senin elinde olsa naapardın?”
Sadist gülümseme hayduttan hakimin yüzüne bulaşmıştı: “Gözümü kırpmadan kafanı dağıtırdım.”
Haydut silahını yavaşça indirdi. Gözlerini hakimin gözlerinden ayırmıyordu. Adalet ise babasının
yanında yere oturmuş, olanları bir gerilim filmi gibi izliyordu. Kafasından plan üretmeye
çalışıyordu, o silahtan bir şekilde kurtulmanın yollarını arıyordu. Ama her yol çok riskliydi.
Haydudun parmağının tek hareketiyle yıllarca birlikte yaşadığı, genellikle kavga da etseler
hayatında en çok sevdiği kişi olan babası bir anda ölebilirdi.
“Peki o zaman” dedi haydut. Silahını yavaşça hakimin kucağına attı. Peçeteyi buruşturup cebine
soktu. Yerdeki rehineler Haydudun böyle bir şey yapabilecek kadar çıldırmış olduğuna
inanamıyorlardı. Hakim eli bağlı olduğu için silaha ulaşmakta güçlük çekiyordu. Genç kız önce
davranıp silahı babasının kucağından kaptı, hızla ayağa kalkıp kendince emniyetli bir mesafeden
iki eliyle tutarak namluyu Haydudun üzerine doğrulttu: “Kıpırdama!”
Haydut kafasını kıza çevirdi ve feminist sabah programlarının sunucuları gibi sahte bir
gülümsemeyle cevap verdi. Eline silahı geçirince güç ibresini bir anda kendi tarafına çevirdiğini
zanneden kız, konuşmasına titrek ve oldukça yüksek ses tonuyla devam etti: “Babamı çöz! Hadi!
Oyalanma!”
“O silahı sana değil babana verdim.”
“Sus yoksa yersin kurşunu!” Haydut blöf mü yapıyordu yoksa gerçekten canı ölmek mi istiyordu
anlaşılmaz, kafasını öne eğip silahın namlusuna alnını dayadı: “Yedir o zaman.” Adalet silahın
kabzasını sıkmaktan avuç içlerini acıtıyordu, buna rağmen silahın terli ellerinden kaydığını
hissediyordu.
“Ama şunu da bil ki beni öldürürsen sana dava açarım.” Gittikçe karmaşıklaşan bu satranç
oyununda zayıf taraf kesinlikle genç kızdı. Karşılıklı taş yiyerek oyunu basite indirgemek istiyordu.
Buna karşın, haydut işleri daha da karıştırarak rakibinin zayıflığından faydalanıp onu hata yapmaya
zorluyordu. Adalet düşünmek için gerekenden çok daha fazla vakit harcıyordu. Nefes verdi.
Haydut bunu duyduğu anda kızın elindeki silaha elinin tersiyle bir tokat attı. En boş anında
yakalanan kızın elinden silah uçup Haydudun istediği şekilde önce hakimin kafasının üzerinde
duvara çarptı, sonra yanına düştü. Adalet silahın uçtuğu yeri takip edemeden bir elin saçlarını
yakaladığını hissetti. Aynı el tek bir hamleyle kızı hakimin yaslandığı duvarın karşısındakine fırlattı.
Elin sahibi Adalet’in yanına yavaş yavaş gitti ve kendine gelemeden onu ensesinden yakaladı.
Kızın siyah bluzu duvarın desenine hiç uymamıştı. Yerdeki parkeler siyaha daha uygun
gözüküyordu.
“Bırak onu!” dedi Haydudun arkasından, yerden gelen bir ses. Olan biteni anlaması için eşkıyanın
arkasına dönmesine gerek yoktu.
“Adam vurmak senin gibi bir kanun adamına yakışır mı?” dedi eşkıya elindeki kız yere fırlatırken.
“Bu ülkenin kanunu var, polisi var.” Hemen yanında duran dev masanın üzerindeki minik cep
telefonunu tutup Fevzi Hakim’in üstüne fırlattı. “Polisi çağır, dava aç, bu ülkede adalet, hak
hukuk var.” Hakim bir taraftan bağlı elleriyle son derece dikkatli bir şekilde silahı tutuyor, bir
taraftan da bu adamı öldürdüğü halde alabileceği cezaları ve hafifletici sebepleri hesaplıyordu.
“Ama eğer erkeksen... O zaman tetiği çekersin.” Sonuçta evine silah zoruyla girmiş biriydi.
Kendisine ve kızına büyük zarar vermeyi amaç edinmiş... vesaire.
“Kafadan on yılın var hakim.” Haydut, yerde yatan kızın sırtına yavaşça oturdu. “Dışardaki
arkadaşım aleyhinde tanıklık yapacak. İkimiz buraya senle konuşmak için geldik. Ama aramızda
tartışma çıktı. Sen bana küfrettin, ben de karşılık verince silahını çekip acımadan vurdun.
Arkadaşım canını zor kurtardı.” Sessizce inlemekte olan kız kıçına tokadı yiyince kısa bir çığlık
attı. “Kızının tanıklığına karşı arkadaşımınki. Hangimizin hikayesi daha inandırıcı?”
“Kendi ellerimi ayaklarımı da bağladım di mi?”
“Kendin değil, kızın bağladı. Yanlış mı hatırlıyorum? İpin üzerinde kimin parmak izleri var?”
Hakim çaresizce başını öne eğdi.
“Şimdi ne yapacaksın hakim bey?”
***
Haydudun gerçek adı Kemal’di ve hayatında hiç haydutluk yapmamıştı. On sene önce hakim
Fevzi Işık’ın huzurundayken giymiş olduğu giysiler çok daha düzgündü. Üzerindeki pahalı
görünen siyah ceket, siyah kumaş pantolon, siyah kravat ve beyaz gömlekle başarılı bir işadamını
andırabilirdi, ama andırmıyordu. Çünkü yüzü biraz önce diriltilmiş bir ölü gibiydi. Altı morarmış
gözlerini açmakta zorlanıyordu. Hayatı boyunca hiç uyumamış olabilirdi.
“Adamlardan biri bıçak çekti.”
“Baştan anlat.”
“Sinemadan çıktık, yürüyorduk. Bu adamlar çıktı karşımıza. Biri bıçak çekti. Cüzdanımızı istediler.
Karımın çantasını bi de. Karşı koyduk. Elinde bıçak olan üzerime hamle yaptı. Boğuşurken
elinden aldım bıçağı, soktum.”
“Öldürmek için mi soktun?”
“...Evet. Kendim neyse, karımı korumam lazımdı. Diğeri kaçtı.”
“Her saldıranı öldürmek mi lazım yani? Biz neciyiz burda? Bu memleketin polisi yok mu? Dağ
başı mı burası?” Kemal cevap vermeyince hakim devam etti: “Sanığın...”
***
Hakimin kucağında bir silah bir de telefon vardı. “Karım beni ziyarete gelip ayrıldığını söylediği
gün kurmaya başladım bu planı. Her gece insanlar uyurken ben karımın başka erkeklerle
yatağımıza girdiğini hayal ediyordum. Her gece...” Üzerine oturduğu kızdan rastgele bir dirsek
yedi. Avucunun içiyle sırtına bütün gücüyle karşılık verdi.
“Hayvan!” Babanın acılı haykırışları Kemal’in planının meyvesiydi.
“Evet hayvanım. İnsan değilim ben, zavallı bir yaratığım.” Hakim hiç vakit kaybetmeden polisi
aramıştı bile: “Alo ben hakim Fevzi Işık.”
“Herkesin nefret ettiği bir canavarım.”
“Saldırıya uğradım. Adresi veriyorum.”
“Her gece yatağımda aynı şeyi düşünmekten kafayı sıyırdım.”
“Yahu tipini naapıcaksınız, adamın teki işte!” Hakim telefona laf yetiştirmeye çalışırken Haydudun
elinin kızın eteğinin içine girdiğini gördü.
“Karım. Benim karım! Bacaklarının arasında başka bir erkekle. Senin yüzünden!”
“Babaa!”
“Hayati tehlike var diyorum!”
Haydut elini kızın küloduyla birlikte geri çekti: “Karımı geri getirebilir misin?”
“Baba yardım et!”
“Ne demek senin de hayati tehliken var? Ne için para alıyosun sen?”
“Deliyim ben! Ne yaptığımı bilmiyorum! Hafifletici sebep olur mu bu?”
“Doğru konuş sürdürürüm seni!”
Adalet çığlık çığlığa ağlıyordu. Ağzından çıkan sesler kelime olacak kadar evrimleşemiyordu.
“Acelen ne hakim bey? İşimi bitirince teslim olucam zaten. En kral avukatı tutar bana dava
açarsın!”
“Tamam, eşkalini veriyorum. Uzun boylu...”
“Hapisten başka gidecek yerim mi kaldı? Zırlama lan sen de.”
“Göz rengini naapacaksın!!!?”
“Kabak gibiymiş kabaak!”
“Babaaaaaaaaaaaaaaaaaa!!!!”
BAM!
Herkes bir anda sustu. Kemal elini kalbine götürdü. Avucunun içindeki kanı görünce son
nefesiyle sessiz sessiz gülmeye başladı: “Ben kazandım, katil...” Dudaklarından akan kan Adalet’in
sırtında gölcük oluşturdu ve haydut bu gölcüğün üzerine yığıldı. Açık gözleri hala gülüyordu...
|