Mor Menekşe




Download 0.64 Mb.
Pdf ko'rish
bet9/13
Sana27.10.2022
Hajmi0.64 Mb.
#28242
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   13
Bog'liq
cukulatalar

Seyfi Sendromu
Dünyanın en ezik insanı Atılgan olmalıydı. Babası da öyleydi; Allah’ın günü karısından dayak 
yiyen sümsüğün tekiydi. Ama en azından evlenmeyi, hatta bir çocuk yapmayı nasıl olduysa 


becerebilmişti. Çocuğun adını da Atılgan koymuştu. Böylece oğlu uzayın derinliklerine 
atılabilecek, hatta gerekirse He-Man’i sırtına alıp İskeletor’la göğüs göğse savaşabilecekti. Ama 
Atılgan He-Man’i değil, her önüne geleni sırtına alan bir adam olmuştu.
Evlenmeyi denemişti, başarılı da olmuştu babası gibi. Ama kaynanasını hesaba katmamıştı. 
İmzaların atılmasından itibaren başlamıştı yıldırma taktiğine kocakarı. Ayrılmaları için yapmadığı 
işkence kalmamıştı Atılgan’a. Düğünden bir hafta sonra evlerine yerleşmiş, kendisi kızıyla çift 
kişilik yatak odasında yatarken damadını salondaki kanepeye atmıştı. Her dakika yılmadan çenesini 
çalıştırarak Atılgan’a berbat olduğunu düşündüğü eski hayatını özletmişti. Büyüğü olduğu için 
karşı gelmek de olmazdı kaynana hanıma. Sonunda Atılgan savaşı kaybetti ve boşanıp her ay 
karısına nafaka ödemeye razı oldu. Kendine bir yararı dokunmayan zavallı adamın, bundan sonra 
ömrü boyunca kaynanasının poker partilerine yararı dokunacaktı.
Müdürü ise resmen takmıştı Atılgan’a. Bilgi, kültür ve tecrübe olarak Atılgan’dan çok daha aşağıda 
olmasına rağmen sadece patronun akrabası olduğu için bu mevkie gelmiş biriydi. Sonsuz aşağılık 
kompleksini bastırmak için hedef olarak Atılgan’ı seçmişti. Kendisinden üstün olan bir adamın 
mevki olarak üzerinde olması çok hoşuna gidiyordu. Ölmeden önceki son günlerinde bile pislik 
yapmayı ihmal etmemişti Atılgan’a. Daha odasına girer girmez başlamıştı hakaretlere:
“Hayvan kapı öyle mi çalınır?”
“Ama efendim vallahi...”
“Sus! Cevap verme bana. Çık dışarı adam gibi çal kapıyı!” Müdür büyük ihtimalle karşısında 
oturan bayan arkadaşına hava atmaya çalışıyordu. Atılgan dışarı çıktı ama kapı daha düzgün nasıl 
çalınır bilmiyordu. Geçen seferkinden daha yumuşak çalmayı denedi. Kapıdan çıkan sesi kendisi 
zor duymuştu.
“Gel!” Elindeki beyaz A4’lerle (fazla gürültülü yürümemeye çalışarak) müdürün yanına geldi. 
Atılgan’ın yüzüne bakmaya tenezzül etmeyen adamın şekilsiz sakalına bakılırsa evinde sular kesik 
olmalıydı.
“Çevirinizi getirdim efendim.” Çevirilere üstünkörü bakan müdür kağıtları masanın üzerine 
fırlattı: “Bunlar olmamış, git baştan yaz.” Bu cümleye bile Atılgan ağzını açıp tek kelime cevap 
veremedi. İş yerindeki en kıro insan olan müdürün İngilizce bilmediğini herkes biliyordu. Sadece 
karşısındaki ceylan derisi koltukta oturan kadın bilmiyor olabilirdi...
Ama Atılgan’ın sırtına aldıklarının içinde en dayanılmaz olanı evinin yanına yeni açılmış olan 
düğün salonuydu. İnsanların evlenecekleri gün diğer insanları acımasızca rahatsız etme hakkına 
sahip olduğu bir ülkede bir düğün salonuna yakın oturmak en büyük talihsizlik olmalıydı. Hemen 
hemen her gece “Bugün mutlu günümüz, müzik de çalarız arabanın kornasına da abanırız” diyen 
bir insan öbeği mutlaka halihazırda bulunuyordu. Böylece evlenen insanlar Atılgan’ın uykusunu ve 
hayatını nöbetleşe mahvetmeyi başarmış oluyorlardı. Uyku düzeni bozulamıyordu bile, çünkü 
bozulacak bir düzeni kalmamıştı. Gündüz işyerinde uykusuzluktan önünü göremiyor, gece ise 
gözleri ardına kadar açık, klakson sesleri arasında tavanı seyrediyordu. On ikide yasal olarak 
bitmesi gereken düğün saat bir buçukta bittiğinde bu Atılgan’a uyuma hakkı doğduğu anlamına 
gelmiyordu. Çünkü üst katta yalnız kalan öğrenci kız aslında yalnız kalmıyordu ve dolayısıyla 
sabaha kadar yukarıdan çok güçlü müzik sesi geliyordu: aynı kaset tekrar tekrar çalıyordu. Buna da 
şükretmişti Atılgan. Müzik açmayı akıl edememiş de olabilirlerdi...
Her şeyiyle tipik bir günün ve gecenin ardından gelen bir sabahta Atılgan’ın zili çaldı. Atılgan 
yemek masasında, kahvaltının yanında okunsun diye serilmiş gazetenin yerine elindeki kızarmış 
ekmeğe bakıp hayallere dalmıştı. Kendine gelmesi bir kaç zil sürdü. Pencereden giren Güneş 
ışığının salonda hız kestikten sonra mutfağa geçmesiyle aydınlanan yarı-karanlık mutfaktan dışarı 
çıktı.
Elini kapı koluna götürdüğü anda zil sustu. Boğularak ölmekte olan biri gibi önce uzun süre 
çığlıklar atmış, ardından da bir anda sesi kesilmişti. Sabahın köründe evine gelme görgüsüzlüğü 
yetmiyormuş gibi bir de zili arka arkaya ısrarla çalan her kimse, davasından vazgeçmişti. Atılgan 
uykulu gözlerini açıp kapıya bir süre şaşkın şaşkın baktı. Onun aklına görgüsüzlükten çok aciliyet 
gelmişti. Sonra içinde bulunduğu durumda ne yapması gerektiğini düşündü. Evet, kapının 


deliğinden dışarı bakmalıydı. Bu fikir Atılgan’ın beynine biraz geç intikal etmiş olmalıydı ki deliğin 
öteki tarafında kimse görünmüyordu. Arkasına dönüp yavaş yavaş mutfak eşiğine doğru yürüdü, 
birkaç adım sonra durdu. Elini başına götürdü, başı ağrıyordu. Sebebini bilmeden arkasına döndü 
ve kapıyı açtı. Karşısında bir adam vardı...
“Zamanı geldi Atılgan” dedi karşılıklı bakıştığı komik kıyafetli adam. Üzerine yeni sünnet olmuş 
çocukların giydiği tek parça uzun entariye karşın bakışları oldukça ciddi ve keskindi. Üzerinde bu 
giysi hariç hiçbir şey yoktu. Ayakları bile çıplaktı. Acaba içinde donu var mıydı?
“Sizi tanıyor muyum beyfendi?”
“Hayır, ama artık tanışmalıyız. Sen bizim dünyadaki elçimizsin.”
“Uzaylı mısınız beyfendi?”
“Hayır ben bir cinim. Ama korkma, iyi bir cinim. Sen de bir yarı cinsin. Annen insan.” Atılgan, bu 
deli adamla ilgileniyormuş gibi anlatılanları kafasını sallayarak dinliyordu. “Bana inanmıyorsun 
değil mi?”
“Yoo hayır, ondan değil. Şu anda başım ağrıyor, sonra konuşsak?” Kapıyı yavaşça kapatıp hiçbir 
şey olmamış gibi mutfağa gitmek için arkasını döndü.
“Sonra olmayabilir Atılgan.” Arkasından gelen sese bakmak için kafasını çevirdiğinde entarili 
adamın eve girmiş olduğunu fark etti. “Şeytan ne kadar güçleniyor tahmin edemezsin. Sen 
dünyadaki yaşayan tek yarı cinsin. Onları senin yardımın olmadan durduramayız. İnsanların içine 
girip onları ele geçiriyorlar. Bulaşıcı hastalık gibi insandan insana hızla yayılıyorlar.” Atılgan 
ağrıyan başını tutup yere bakıyordu.
“Bize yardım etmek zorundasın, biz bu dünyaya fiziksel olarak müdahale edemeyiz.”
“Anamı şey etmişsiniz ama.”
“Cinler saf enerjidirler. Bu dünyadaki madde ile temasa geçebilirler, ama böyle bir şey yaptıktan 
hemen sonra yok olurlar. Tabi kötü cinlerin Şeytan gibi bir yardımcıları olduğu için bu tür 
sorunları yok, onlar istediklerini...”
“Bakın cin bey. Ben kimseyle alay etmeyi sevmem. Bence sizin ruhsal sorunlarınız var.” Atılgan’ın 
karşısındaki kanepede oturan entarili adam hayır anlamında başını iki yana salladı. Atılgan 
görmezden gelip devam etti:
“Size bir psikiyatriste gitmenizi öneririm. İçeri nasıl girdiğinizi bilmiyorum ama evden 
gitmezseniz...” Beyazlı adam da söze girdi ve ikisi aynı anda: “Polis çağırmak zorunda kalacağım” 
dedi. Sonra tekrar ikisi aynı anda konuştu: “Bunu söyleyeceğimi nerden bildiniz?” Atılgan’ın 
uykusu açıldı. Bir süre cin olduğunu iddia eden adama şaşkın şaşkın baktı, sonra ayağa kalktı. Yine 
ikisi aynı anda: “O zaman polisi çağırıyorum” dediler. Esrarengiz deli bu sefer tek başına konuştu: 
“Lütfen çağır.”
Atılgan yüz elli beşi tuşlarken bir taraftan da geç kaldığı için müdüre ne diyeceğini düşünüyordu. 
Kafasından müdürün vereceği cevabı ve kendisinin bu cevaba vereceği cevabı geçirirken: “Alo?” 
sesini duydu. Önce telefonda müdürle konuştuğunu sanarak paniğe kapıldı, göstereceği mazereti 
henüz hazırlamamıştı. Zaman kazanmak için o da “Alo” diye cevap verdi. En sonunda kimi 
aradığının farkına vardı ve söyleyeceği cümleyi hazırladı. Cin adam bu sefer Atılgan’dan önce 
konuştu: “Memur bey...”
Atılgan, cinin ne söylediğinin farkında olmadan onu tekrarladı: “Memur bey...” İkinci cümleyi yine 
entarili cin Atılgan’dan önce söyledi:
“İyi günler, evime bir adam girdi.”
“İyi günler, evime bir adam girdi.”
“Sanırım kendisinin psikolojik problemleri var.”
“Sanırım kendisinin psikolojik problemleri var.”
“Hayır, kapıdan girdi.”
“Hayır, kapıdan girdi.”
“Aslında vazgeçtim, gelmeseniz de olur”


“Tabi, açık adres değil mi?” Atılgan açık adresi, ardından kapalı adresi, ardından tatmin olmayıp 
ince ayrıntılı yer tarifi vererek polise yardımcı olmaktan çok onun canını sıkma işini bitirdikten 
sonra deli gözünün önünde olacak şekilde koltuğa tekrar oturdu.
“Kahverengi çok sıkıcı bir renk bence” dedi entarili, “Değiştirmeyi düşünmüyor musun?”
“Hayır” diye kesin bir cevap verdi Atılgan pencereden dışarı bakarken. Aslında kahverengi ona da 
sıkıcı geliyordu, daha önce bunu fark etmeye zaman bulamamıştı. Polis hala ortalarda 
görünmüyordu. Ritmik olarak birbirine çarptığı dizleri gittikçe hızlanan Atılgan yüzünü deliye 
çevirdi: “Size para versem gider misiniz?” Yoktan bahane yaratıp her fırsatta kendini aşağılayan 
müdürün bu sefer bahaneye de ihtiyacı olmayacaktı. Belki bu deli adam da müdürün yaratmış 
olduğu bahanelerden biriydi. Deli kafasını iki yana salladı: “Nasılsa bana inanacaksın.”
“Bana isminizi söyler misiniz?”
“Benim adım yok. Bana istediğin ismi koyabilirsin.” Cin adam cümlesini bitirir bitirmez kapı çaldı. 
Atılgan’la birlikte o da ayağa kalktı, ikisi kapıya gittiler. Delinin polisi görünce kendini nasıl 
savunacağını çok merak eden Atılgan vakit kaybetmeden kapıyı açtı. Ama karşısında polisten çok 
daha ilginç bir şey duruyordu.
“Buyrun?” dedi Atılgan ama soru cümlesi olmayan sorusuna bir cevap alamadı. Entarili adam 
kapının dışına baktı, gözleri heyecanla açıldı: “Başlamışlar bile!”
“Ne başlamış?”
“Ele geçirmeye başlamışlar. Artık bana inanıyor musun?”
“B... Bilmiyorum.”
Karşısında kıvırcık siyah saçları ve beyaz pijamalarıyla üst katta oturan kız duruyordu, ama bir 
manken gibi donmuştu. Gözleri açıktı. Atılgan’ın gözlerine bakan gözlerinde şaşkın bir ifade 
vardı. Sağ elini bir şey anlatmaya çalışır gibi kaldırmıştı, ve o şekilde kalmıştı.
“Acele et” dedi cin, “Fazla vaktimiz yok. Banyoya koş. Çamaşır makinesinin arkasındaki tuz 
ruhunu al.”
“Sen nerden biliyorsun?” Atılgan cin adamla kısa sürede iyice yüz göz olmuştu. “Ben bile 
bilmiyorum yerini.”
Telaş içinde banyo kapısını açtığında karşısında “Biliyorsun, sen koymuştun” diyen cin adamı 
bulunca korkudan ani bir çığlık attı. İçinde bulunduğu durumun acayipliğini düşünmek için 
duraklamak istedi ama buna zamanı yoktu. Makinenin arkasından şişeyi aldı.
“Şu kovaya boşalt.”
“Hepsini mi?”
“Evet, çabuk ol.” Keskin kokulu sıvı ince ağızlı plastik şişeden çok yavaş akıyordu. “Bunu ne 
yapıcaz?”
“Üzerine boşaltman lazım.”
“Ne? Saçmalama! O zaman ölür!” Atılgan bir an için dışarıya kulak kabarttı: “Bir şey duydun 
mu?”
“Duymadım. Eğer şansı varsa yaşar.”
Kovayı kendinden mümkün olduğunca uzakta tutarak yaşlı gözleriyle kapıya hızla yürüdü. Kızda 
hiçbir değişiklik yoktu. Yanına baktı, cin oradaydı. “Acele et!” Atılgan ikinci kez düşünmeye fırsat 
bulamadan bütün kovayı, yolculuğa çıkan bir yakınının arkasından su döker gibi kızın üstüne 
boşalttı.
Tuz ruhu denen temizlik sıvısı kızın vücuduna değdiği anda kız hariç her şey karardı. Katılaşmış 
vücudun derinliklerinden acı bir çığlık yankılandı, ama kızın duruşunda veya yüz ifadesinde en 
ufak bir değişiklik görülmedi. Bir saniye içinde çığlık sönerek kayboldu, kızın etrafındaki kararmış 
görüntü normale döndü.
“Eee, şimdi ne olacak?” dedi yanındaki cine bakarak. Cevabı almadan kafasını tekrar kıza çevirdi 
ve onu sırtüstü yatar durumda buldu. Kızın pozisyonu tamamen aynıydı ama devrilmiş bir heykel 
gibi artık yerde yatıyordu.
“İçeri taşıman lazım onu.”
“Ne? Neden?”


“Evinin önünde sırtüstü yatan katılaşmış bir kız başını derde sokar.” Atılgan bunu hiç aklına 
getirmemişti. Telaş içinde olduğu için kendi beynini kullanamıyordu. Kızı kollarının altından 
kavradı, “Aman sıvıya değme” hafifçe yukarı kaldırıp geri geri tuvalete kadar sürükledi. İçeri 
girdiğinde cini çamaşır makinesinin üzerinde otururken bulunca yine aynı çığlığı attı. “Küvete 
koy.” Atılgan bir yandan gittikçe ağırlaşan vücudu küvete sürüklemeye çalışırken bir yandan da 
bundan sonra tuvalet ihtiyacını nasıl gidereceğini düşünüyordu. “Çabuk iyileşir mi?”
“Belli olmaz, suyu aç. Küveti suyla doldur, içine de şurdaki deterjan kutusunu boşalt.” Gerçek bir 
heykel kadar ağır olan kızın küvetin tabanına çarpma sesi tuvaletin duvarlarında yankılandı. 
“Deterjan niye?”
“Kokmasın diye.” Atılgan dehşete kapılmış bakışlarını cinin üstüne dikti: “Öldü mü yoksa?”
“Bilmiyoruz, ama öldüyse şanslısın.” Su küvete dolarken Atılgan avuçlarına uzun uzun baktı. 
“Ben birini mi öldürdüm?” Cin cevap vermedi çünkü sözünü zilin keseceğini biliyordu. Atılgan 
suyu kapatıp tekrar dışarı kulak kabarttı. “Yine bi şey duymadın mı?”
“Duydum, zil çalıyor.”
Tuvaletteki saat sekizi gösteriyordu: “Bu saatte nasıl bu kadar çok kişi gelebiliyor?”
“Polis çağırmıştın ya.” Atılgan’ın yüz ifadesi, darbe üstüne darbe yemekten bıktığını çok iyi 
gösteriyordu. Bağırmak için ağzını kocaman açtı ve eliyle koca ağzını kapadı. “Polis!” Cin 
arkadaşının çıkmasını beklemeden (ne de olsa kendisinin cin olduğunu iddia ediyor) tuvaletin 
kapısını kilitleyip sokak kapısına koştu. Deliğin diğer tarafında polis üniforması giymiş ama şapka 
takmamış bir muhtemel polis bekliyordu. Zil tekrar kuş gibi öttü.
Atılgan derin bir nefes aldı, kendisini suçsuz olduğuna inandırdı ve kapıyı açtı. Daha ağzını 
açamadan yanında duran cin adam “Merhaba memur bey” diyerek polisi selamladı.
“Atılgan Bey?”
“Evet benim. Kusura bakmayın bir yanlış anlaşılma olmuş, biz arkadaşla anlaştık.”
Polis herşeyin tatlıya bağlandığına çok sinirlendi: “Bakın hep böyle yapıyorsunuz. En ufak bi 
tartışma çıksın hemen polis. Biz de insanız beyefendi.”
Cin yine Atılgan’ın yerine cevap verdi: “Madem geldiniz banyoda bir ceset var.” Atılgan bu sözün 
ne kadar komik olduğunu belirtmek için cinin önüne geçip abartılı bir şekilde gülmeye başladı.
“Bence hiç komik değil” dedi polis. “Çığlık da sizin evden mi geldi?”
Cin bu sefer Atılgan’ın konuşmasına izin verdi. “Çığlık mı? Ne çığlığı?”
“Apartman görevlisiyle konuştum. Ben gelmeden hemen önce apartmanda acı bir çığlık sesi 
yankılandığını söyledi. Kadın sesi gibiymiş. Siz bir şey biliyor musunuz?”
Cin bir kere lafa karışmasa rahat etmeyecekti sanki: “Bir kızın üstüne tuz ruhu boşalttık. O 
çığlıktır.” Atılgan şiddet ve yapmacıklık sınırlarını zorlayan bir kahkaha daha attı: “Arkadaşım çok 
şakacıdır da.”
Polis şaşkın gözlerle Atılgan’a baktı: “Şaka olsun diye haydut kılığında mı gelmiş?”
Bu sefer de Atılgan şaşırdı. Konuşulanlarla polisin sözleri arasında bir kopukluk var gibiydi: 
“Evet, haydut gibi. Kafasında çorapla.”
“O zaman çığlık da sizden geldi?”
“Evet, özür dilerim. Çok korkmuşum. Kendimi hemen adaletin güçlü kollarına atmak istedim.”
Atılgan’ın yağı polisin pistonlarını biraz yumuşattı. “En doğrusunu yapmışsınız. İhtiyacınız 
olduğunda biz daima yanınızdayız. İyi günler.” Polis arkasını döndü. 
“Size de iyi günler.” Polis durakladı. Atılgan, polisin tekrar yürümeye başlaması için içinden bildiği 
(ama adını hatırlayamadığı) dualardan birini okumaya başladı. Ama gökten kemik yağmayacaktı. 
Polis tekrar Atılgan’a döndü:
“Şu arkadaşınızla da konuşmak istiyorum. Yaptığı hiç de hoş bir şaka değil. Oyuncak silah 
çekmenin bile cezası var. Paniğe kapılıp onu yaralayabilirdiniz.”
“Tabi, haklısınız. Buyrun konuşun.” Cin adam polise gülümsedi. Polis birkaç saniye sessizce 
bekledi. Eve ilk geldiği zamanki karizmasının yerini sempati almış entarili adam konuşmuyor, 
polise sadece sırıtıyordu.
“Eee?” dedi polis sonunda dayanamayarak.


“Buyrun konuşun” diye tekrarladı Atılgan, olan bitenden hala bir şey anlayamamıştı.
“Kendisi kapıya gelemiyor mu?”
“Kim?”
“Arkadaşım var demediniz mi? Oyun mu oynuyorsunuz benle?”
“İşte bur...” Eliyle yanındaki entarili adamı işaret ederken cümlesini bitiremeden durumun farkına 
varmıştı.
“Arkadaşınız görünmez mi?” Atılgan söyleyecek bir söz bulmak için yıllardır hiç yormadığı kadar 
yordu kafasını. Birkaç saniye kıpırdamadan, nefes almadan düşündü.
“Şey, kapıyı açarken buradaydı, içeri gitmiş olacak.” Cin adam gülümseyerek elini polisin önünden 
birkaç defa hızlıca geçirdi. Polis gerçekten de cini görmüyordu.
“Ona bir zarar vermediğinizden emin misiniz? Bakın saklarsanız çok daha fazla ceza yersiniz.”
“Allah Allah şimdi buradaydı, gitti herhalde.” Polisin aklına, Atılgan’ın evine giren adamı 
yaralamış veya öldürmüş olabileceği fikri geldi. “İçeri bakmama izin verir misiniz?”
“Yok, gerek yok, şimdi bulurum ben onu.” Kapıyı polisin yüzüne çarptı. Sonra tekrar açıp 
“Pardon çarptı biraz” diyerek yavaşça kapattı. Sırtını kapıya yaslayıp paspasın üzerine oturdu. 
Kafasını ellerinin arasına aldı.
“Cevabı biliyorsun.” Atılgan’la cin göz göze geldiler. Atılgan gözlerini sımsıkı kapadı, kısa bir süre 
sonra ayağa fırlayıp telefona koştu, işaret parmağını kırmızı telefonunun deliklerine sokup birkaç 
kere çevirdi. Aradığı kişi uyuyor olmalıydı, telefona cevap vermesi uzun sürmüştü.
“Fadıl? Hemen giyin, eline bi ekmek al ve bize çık... Ölüm kalım meselesi. Acele et, ışık hızıyla 
gel.” Arkadaşının sebep sorup konuşmayı gereksiz yere uzatmasını önlemek için telefonu yüzüne 
kapattı.
Fadıl Atılgan’ın ortaokuldan kader arkadaşıydı. Okuldaki popüler insanlardan tamamen farklı bir 
dünyada yaşarlardı. En büyük eğlenceleri, voleybol oynayan kızların yakınında satranç oynayıp 
topun satranç tahtasına çarpmasını beklemekti...
“Kusura bakmayın beklettim. Yine bir muzırlık yapıp saklanmıştır diye bütün odaları tek tek 
aradım ama ortada yok. Belki de ben tuvaletteyken dışarı çıktı.”
“Kapıyı açarken burdaydı demediniz mi?”
“Ben öyle sanıyordum ama ben tuvaletteyken gitmiş herhalde.”
“Tuvalette ne yapıyodunuz?” Atılgan soruyu aşağılayan, biraz da ortamı yumuşatmaya çalışan bir 
şekilde: “Tuvalette ne yapılır ki?” dedi.
“Haklısınız, ben de bazı soruları düşünmeden otomatik soruyorum.” Asansörün kapısı açıldı.
“Nerdesin be? Polis geldi sen kayboldun.” Bakışları aptallaşmış Fadıl’ın elindeki ekmeği fark etmiş 
gibi yaparak: “Ekmek mi aldın? Söyleseydin ya gitmeden önce?” Polis de ekmeğe baktı. “Ekmek 
yarım” dedi cin arkadan.
“Ne obur adamsın, eve kadar bekleyemedin mi?” Fadıl bir oyunun içinde olduğunu en başta 
tahmin etmişti: “Bekleyemedim, çok açtım.”
“Kusura bakmayın memur bey, sizi de boşuna yorduk.” Polis amacını unutmamıştı: “Sizin isminiz 
neydi?”
“Fadıl.”
“Fadıl Bey yaptığınız hiç de tasvip edilecek bir davranış değil. Anladığım kadarıyla şakacı bir 
insansınız ama şakanın da bir sınırı var. Birilerinin canını yakabilirdiniz Bir dahaki sefere lütfen 
ama...”
Fadıl biraz önceki şaşkın yüz ifadesini bozmadan sağ kaşını kaldırdı ve Atılgan’a baktı. Atılgan 
Fadıl’la göz göze gelmemeye çalışıyordu.
“Peki, bir daha olmaz?”
***
Polis postalanmıştı ama işe gidemediği için müdür yarın yakasını bırakmayacaktı. Yarına kadar 
aklını iyice yitirip tımarhaneye kapatılmayacağını da kimse garanti edemezdi. Fadıl da polisin 


ardından gittikten sonra beyaz entarili cin ve deli olduğunu sonunda kabul eden Atılgan yine baş 
başa kaldılar. Atılgan sabahtan beri hiçbir şey yemeyi başaramamıştı ama hala elindeki kızarmış 
ekmeğe bakıp duruyordu.
“Yesene.”
“Seyfi olsun. Rahmetli babamın adı.”
“Tamam. Şimdi yemeğini ye.” Ekmek bir türlü Atılgan’ın ağzına gitmiyordu. İnsanların gözlerinde 
yanan ve onların canlı olduğunu gösteren ışık Atılgan’da sönmüştü.
“Demek artık deli bir insanım ben.”
“Hayır değilsin. Ben gerçeğim.”
“O daha güzel. Ya deliyim ya da cinim.”
“Yarı cin.”
“Ve katil.”
“Öldüğünü bilmiyoruz. Öldüyse bile sen doğru olanı yaptın. Onu değişim geçirmekten kurtardın. 
Onun ruhu zaten ölmüştü.” Atılgan ruhsuz bir gülüşle cevap verdi. Kendini kandırmak aynen 
böyle bir şey olmalıydı. Ekmeği tekrar ağzına götürecekken yine durdu. Biraz önce sönmüş umut 
ışığı Atılgan’ın gözlerinde kısa bir süre için tekrar yandı:
“Belki o kız da hayaldir. Belki henüz kimseyi öldürmemişimdir!”
“Atılgan bunları düşünecek vaktin yok. Daha yapmamız gereken çok iş var.”
“Tabi ya! O kadar deliyim ki bir sürü saçma sapan şey görüyorum!” Masadan ani bir kalkış yapıp 
mutfaktan çıktı ve koridora geçti. Seyfi tuvalete giden yolda onu bekliyordu: “Sakın o kapıyı açma! 
Hiçbir şey sahte değil, deli değilsin!” Atılgan hızını hiç azaltmadan Seyfi’nin içinden geçip gitti. 
Tuvaletin anahtarı kapının üstünde duruyordu. Atılgan anahtarı tuttu, derin bir nefes aldı. Bekledi. 
Sonra derin bir nefes daha aldı.
“Atılgan kapıyı açma sakın!” Konsantrasyonu bozulan Atılgan Seyfi’ye bu sefer çok kızmıştı:
“KAPA ÇENENİ!” Ses ağzından çıktığı anda kapıdan cevap olarak çok şiddetli bir darbe sesi 
geldi. Atılgan korkudan bağırarak sırtı duvara yaslanana kadar geri çekildi. Aynı ses yine duyuldu. 
Sonra yine... Sanki biri kocaman bir balyozla kapıyı dövüyordu. 
“Ölmemiş! Yaşıyor!” Bir anlık şaşkınlığını üzerinden atıp tekrar kapıya hamle yaptı. Anahtarı baş 
ve işaret parmaklarıyla kavradı.
“O kapıyı açma!”
“Sus artık sen.” Anahtarı çevirdi. Cin hala onu vazgeçirmeye çalışıyordu: “Polis nasıl duydu çığlığı 
peki?” “Kapa çeneni dedim. Ona her şeyi anlatmam lazım. Hapse girmemek için hala...” Sözünü 
bitirirken kapıyı açmıştı. Bu yüzden sözünü bitiremedi.
Ne olduğunu anlayamadan karnında dayanılmaz bir yanma hissetti. Kızın yüzüne bakmakla 
meşgul olduğu için karnını kontrol etmeyi düşünememişti.
“Sana kapıyı açma demiştim, di mi?” Atılgan hala karnına bakmamıştı çünkü karşısındaki şeyin 
görüntüsü, karnına girmiş olan tırnak törpüsünün acısını unutturmuştu. Hiçbir şey düşünmeden 
doğal içgüdüleriyle geri geri kaçtı. Kız artık koridorda, Atılgan’ın karşısındaydı. Tuz ruhunun 
etkisinden olmalı, o kıvırcık saçları kısmen dökülmüş ve derisi yangından çıkmış gibi parça parça 
yanmıştı. Yüzünde kaş veya kirpik kalmamıştı. Gözünün teki bembeyazdı. Ayıcıklı pijaması 
kısmen parçalanmış olduğu için sağ göğsü açıktaydı. Onun da ucunun kırmızısı siyahlaşmış ve 
garip bir şekilde kurumuştu.
“Alet çantasını aç!” Seyfi Atılgan’ın hemen yanında kapısı açık duran ve tesisatı bozuk olduğu için 
ardiye olarak kullanılan ikinci tuvaletin içinden seslenerek sinirleri gerilmiş Atılgan’ın bir kez daha 
sıçramasına sebep oldu: “Allah belanı versin senin be!”
“Kaybedecek vaktin yok, seni öldürmeye geliyor. Alet çantasını aç!” Atılgan çantayı açmak için 
yere çöktüğünde sancısı iyice şiddetlendiği zaman elini karnına götürmeyi akıl etti. Eline kan 
geldiği zaman istemeyerek aşağı baktı ve karnına saplanmış törpüyü gördü. Acı çekecek zamanı 
yoktu, sebebini düşünmeden çantayı açtı. Bir yandan aletleri karıştırıyor, bir yandan da “Ben katil 
değilim, bunlar gerçek değil, ben deliyim...” diye sayıklıyordu. Seyfi’nin ona söylediklerini 


duymazdan geldi. Aradığı şeyi bir türlü bulamamıştı. En sonunda durakladı ve kafasını kaldırdı: 
“Ben ne arıyorum?”
“İngiliz anahtarı.” İki el aniden Atılgan’ın arkasından boğazına sarıldı. Atılgan sırtına bir anda 
binen çok ağır bir yükten dolayı yüzüstü yere yapıştı. Üzerindeki iri yarı kızın güçlü elleri 
Atılgan’ın dünyasının gittikçe kararmasına sebep oluyordu. Yanağı yerle bütünleşmişti, iletişim 
kurmak için ağzını açtığında boğazından dışarı ses çıkaramadı. Dış dünyanın sesi yavaş yavaş 
kısılırken üstündeki kızdan duyduğu son söz “geberticem seni” oldu. Alet çantasının içinde duran 
elini İngiliz anahtarıyla birlikte dışarı çıkardı. Ölmesine saniyeler kala can havliyle anahtarı kızın 
dirseğine geçirdi. Boğazını sıkan elin yavaş yavaş gevşediğini hissedince İngiliz anahtarını daha 
güçlü olan sağ eline aldı ve kızın kafasının olması gereken yere doğru savurdu. Anahtar sert bir 
şeye çarptığına göre başarılı olmuş olmalıydı. Aynı yere bir kez daha vurmaya çalışınca kız boğazı 
bırakıp iki eliyle anahtarı tuttu. Atılgan’ın yaptığı ilk iş derin bir nefes almak oldu. İngiliz 
anahtarını ele geçirme mücadelesi sürerken Atılgan sıkı sıkı tuttuğu anahtarı bırakmadan insanüstü 
bir çabayla sırtüstü döndü ve İngiliz anahtarını bütün gücüyle kendine çekti.
Anahtar kızın elinden aniden kurtulmuş ve Atılgan’ın göğüs kafesinin üstüne düşmüştü. Üzerinde 
duran yarı zombi görünümlü kız bütün gücüyle yumruk atsa Atılgan’ın canını bu kadar yakamazdı. 
Göğsünün acısıyla yeri göğü inleten Atılgan kafasını oynatabildiği kadarıyla Seyfi’yi aradı. Onun 
olması gereken yere kafasını çeviremediğini fark ettiği sırada tanıdık iki el boynunu tekrar yakaladı. 
Kendisini öldürmeye kararlı dişi mahluk, kendi gibi deforme olmuş sesiyle “katiil” diye inliyordu.
“Katil deği...” Atılgan çok acil radikal bir çözüm bulmadığı takdirde bu kızın kurbanı olacaktı. 
Beyninin uyuştuğunu hissettiği sırada onunla göz göze geldi. Acaba bu kız nasıl olmuş da önce 
tamamen felç olmuş, sonra tekrar canlanarak bir canavara dönüşmüştü? Seyfi doğru mu 
söylüyordu? Seyfi gerçekten var mıydı? Bütün bu soruları üzerinde oturan boğazına abanmış kızla 
paylaşmayı çok isterdi (ne de bazı sorularının cevaplarını onda kesin olarak bulabilirdi) ama kız 
büyük ihtimalle Atılgan’ın arkadaşı olmayı kabul etmeyecekti. Çünkü onun gözlerine kilitliyken 
Atılgan’ın sağ eli İngiliz anahtarını kızın elmacık kemiğine ekledi. Yanındaki duvarı kanla boyayan 
kız ilk defa normal bir kızın yapması gerekeni yaptı ve Atılgan tekrar vurmak için anahtarı 
kaldırdığında elleriyle kafasını korumaya çalıştı. Boğazı tekrar kurtulan Atılgan gücünü toplayıp 
kızın gövdesinin yan tarafını, kaburga kemiklerini İngiliz anahtarı denilen faydalı aletle 
tanıştırdıktan sonra kızı itip dizlerinin üzerinde doğruldu. Kızın dudakları bir süredir oynuyordu 
ama kerpeten gibi ellerin sıkıştırdığı boynunun derdinden bir şey duyamamıştı. Evet, kerpeten gibi 
eller.
“Kerpetene karşı İngiliz anahtarı” diye düşündü, kaburgalarını tutan ve korkunç da olsa yüzü 
acınacak bir ifade almış olan kızın kulağını sert bir darbeyle parçalayıp onu sırt üstü yere yıktı. 
Kapının eşiğine yığılan kızın omzundan yukarısı koridorda, aşağısı tuvaletin içinde kalmıştı. Sahibi 
tarafından sokağa atılmış bir köpek gibi ağlayan zavallı şey Atılgan’ın son kez havaya kaldırdığı 
İngiliz anahtarından yansıyan ışığı yüzünde hissedince çaresizce kollarıyla yüzünü kapadı. 
Ağlaması boğuk bir şekilde hala duyulabiliyordu. Kızın yüzüne gözlerini sabitlemiş Atılgan kafa 
hizasının yukarısında olduğu için iki eliyle tuttuğu ve kenarı yere bakan anahtarı göremiyordu. 
Derin nefes alarak kendini sakinleştirmeye çalıştı: “Ben katil değilim...”
“Dikkat et!” Aniden arkasından gelen ses Atılgan’ın elindeki aleti bütün gücüyle nişan aldığı yere, 
yani kafanın saç olması gereken tepe bölgesine indirmesine sebep oldu. Dökme demir o kadar sert 
inmişti ki kemiği kırıp kafatasını içeri çökerttiğini Atılgan bile hissetti. Basınçla kızın iki 
kulağından dışarıya hafifçe akan kan ve kızın ağlamasının durması Atılgan’ın tahmin etmediği 
kadar iç kaldırıcı bir sonuçtu. Ne olmasını bekliyordu ki?
“Artık katilsin” dedi kendisine dikkat etmesini söylemiş olan Seyfi’nin sesi. Atılgan ayağa kalkıp 
Seyfi’yi İngiliz anahtarıyla bir samuray gibi ikiye ayırmak istedi ama beklediği gibi alet Seyfi’nin 
içinden geçip duvarın sıvasını döktü.
“Sakinleş” dedi Seyfi. “Daha yapılacak çok iş var.”
***


“Onlardan birkaç tane daha var” Atılgan tabağındaki kızarmış ekmeği seyrederken bir yandan da 
birkaç saat içinde önce tanışıp sonra acıyıp sonra da nefret ettiği yeni arkadaşı Seyfi’yi (ister 
istemez) dinliyordu.
“Yarı cin olduğun için onları mıknatıs gibi çekiyorsun. O yüzden sebebini kendileri bile bilmeden 
çoğunlukla senin çevrenden kurban seçiyorlar.” Atılgan kafasını sonunda hareket ettirerek 
yüzündeki bezgin ifadeyi bozmadan masanın ucunda sandalyede oturan Seyfi’ye baktı.
“Senin dünyaya gelme sebebin bu. Dünyayı kurtarmak için doğdun, ve bunu yapmak zorundasın.”
“Kimi öldürücem?”
Seyfi, masada sabahtan kalmış gazetenin üzerindeki bir kelimeyi gösterdi: “Şefkat”.
Atılgan ekmeğini ısırdı...
***
Yatak odası sadece sokak lambasının pencereden giren ışığıyla aydınlanıyordu. Pencere hava 
soğuk olmasına rağmen açıktı ve odanın içine doğru esen soğuk rüzgar tülle dans ediyordu. 
Odadaki karanlık figür yatağın yanına yavaşça yaklaştı. Yatak iki kişilik olmasına rağmen içinde tek 
kişi yatıyordu: bir kadın. Karanlık figür yatağın boş tarafındaki sahipsiz yastığı dikkatlice aldı, 
kadının yanına gitti. Ayakları çok ses çıkarıyordu. Eğer yatakta kendisi yatıyor olsaydı çoktan 
uyanmış olurdu. Yastığı iki eliyle sıkı sıkı tutarken uyuyan kaynanasını uzun uzun seyretti. Oldukça 
sıradan bir insana benziyordu, daha doğrusu sıradan bir kaynanaya. Dünyayı kurtarmak ona göre 
çok zor bir işti.
“Yapamıycam” dedi yanındaki boşluğa dönerek. Bu sözün üzerine Atılgan yatağa bakmadığı halde 
oradan bir parlaklık geldiğini fark etti. Kaynanası gözlerini açmıştı. Lav renginde parlayan ve 
gözbebeği olmayan bu gözler onun oldukça sıradan bir insan olmadığının kanıtıydı. Atılgan bu 
garipliğe tepki veremeden yatakta yatan kadın Hasan Mutlucan kalınlığındaki sesiyle apartmandaki 
bütün komşuları uyandırabilecek bir desibelde çığlık atmaya başladı. Atılgan kadının sesini kesmek 
için yastığı yüzüne kapattı. Yastığın altından gelen çığlığı hala rahatlıkla duyabiliyordu. Kadın elini 
kolunu bilinçsizce sağa sola savuruyor, yastığın altından derin derin nefes almaya çalışıyordu. 
Rastgele savurduğu kolu sonunda bir şeyi, Atılgan’ın kazağını yakalamıştı. Kazağa tüm gücüyle 
asılıp iki beden genişletti ama yine de bırakmadı. Diğer eliyle Atılgan’ın saçlarını yakaladı. 
Bacakları yorganın altında kaldığı için onları fazla oynatamıyordu. Atılgan yastığı daha fazla 
bastırdıkça kaynanadan çıkan astım krizini andıran sesler şiddetini yitiriyor, Atılgan’ı yakalamış 
elleri gittikçe gevşiyordu. Kadının bütün kasları aniden kasıldı sonra yine aniden gevşedi. Sonra 
yine kasıldı ve öyle kaldı. Yastığa uyguladığı baskıyı yavaş yavaş hafifleten Atılgan yine de işi 
sağlama almak için yastığı kaynananın nefes alamayacağı şekilde bir süre daha tutmaya karar verdi. 
Tepki vermeyen kadın artık ölmüş olmalıydı.
Kaynananın eli Atılgan’ın kafasını bıraktı ve suratına avuç içiyle olağanca gücüyle yumrukla karışık 
bir tokat attı. Yüzünün bir parçasının koptuğunu sanan Atılgan bu sefer bütün ağırlığını kadının 
kafasına verdi. Kadın Atılgan’ı yüzünde taşıyordu. Kemik kütürdemesi sesini duyan yastıklı katil 
irkildi ve yastığı bırakıp kadının üzerinden kalktı. Ne olmasını bekliyordu ki?
Pencere tekrar kapanırken yaşlı kadın kolları iki yana açılmış, kafasının altında ve üstünde birer 
yastıkla uykusuna kaldığı yerden devam ediyordu...
***
“Dünya kurtuldu mu?” diye sordu Atılgan ikinci dilim ekmeğinin son lokmasını ağzına atarken. 
“Kurtulduysa söyle de işe gideyim bugün. Tabi eğer işim diye bir şey kaldıysa.”
“Daha değil.”
“Tahmin etmiştim.”


“Şimdi uyu. Ama önce kapı zilinin kablosunu kes. Telefonun da hattını çıkar. Rahatsız etmesin 
kimse.”
“Akşama nerdeyiz?”
“Sürpriz. Hoşuna mı gitti yoksa?”
“Saçmalama. Sorumluluğumu yerine getirip bir an önce bu işten kurtulmak istiyorum.”
“İyi uykular.”
***
Yirmi dört saat içinde insan veya yaratık iki canlıyı öldürmüş olan Atılgan’da büyük değişiklikler 
vardı. Bakışlarının şekli bile değişmişti. Sanki cin tarafı insan tarafının üzerine çıkmıştı. Daha önce 
yaptığı her işte insanlar ne der diye kaygılanırken artık yasal olmayan şeyleri bile soğukkanlılıkla 
yapıyordu, düğün salonunun bahçesine arkadan gizlice girmek gibi.
Düğün gecenin on ikisinde her gece olduğu gibi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Konuklar pistte 
çılgınlar gibi “şen ola düğün şen ola” eşliğinde oynarlarken sünnet çocuğunun annesiyle babası 
çocuğa takılan altınların hesabını yapıyorlardı. Önceden hesapladıklarına göre düğünün parasını 
çıkarabilmek için on üç tam altın toplamaları lazımdı, ama anlaşılan her ucuz düğünde olduğu gibi 
bu düğünde de insanlar sadece yiyip için göbek atmaya gelmişlerdi. Gerçekten de şu anki 
oyunlarını düğün dışından biri görseydi birazdan piyanist/şantör/DJ’in dans edenlerin üzerine 
köpük sıkacağını düşünürdü.
Altınların hesabına dalıp çocuklarının üzerine takılmış paralarla dışarıdaki bakkala kaçtığını fark 
edememiş olan anne baba, altın hesabı çarşıya uymayınca sevgili çocuklarını akıllarına getirdiler.
“Ramazan’ın üstünde para da vardı. Nerde o?” diye bağırdı anne. Ramazan pelerinini bohça yapıp 
içine bakkaldan yüksek fiyata aldığı (paranın değerini bilmeyen çocuğa kazık atılmaz mı hiç?) 
gofret ve çikolataları (bazı salaklar “çukulata” der) doldurmuş düğün salonuna geri dönüyordu.
“Ne kadar tombul bi çocuksun sen?” dedi salonun yan tarafındaki çöp tenekesinin yanında yere 
çökmüş adam “Gel, benim de sana hediyem var.”
Baba, annenin üçüncü kez tekrarlamasına rağmen sadece “Ramazan” kelimesini anlayabilmişti. 
Anlamadığını belirtmek için tekrar başını iki yana sallayınca anne derin bir nefes aldı ve tam 
müziğin kesildiği anda sessizliğe: “Ramazan’da para vardı!” diye haykırdı. Baba bu utanç anında 
yapabileceği en olgun hareketi yaparak kendisine gülenlerle birlikte güldü. Pişmiş kelleyi andıran 
konuklarına bir bir bakarak sırıtırken bir anda durdu, çünkü salonun elektrikleri kesilmişti. 
İçerideki insanlar korkacakları yerde hoşlarına giden karanlığın içinde hep birlikte bağırarak “şen 
ola düğün”ü kaldığı yerden devam ettirdiler. Alkışlar bağırışlara eklenince salondaki gürültü 
eskisinden daha rahatsız edici bir hal aldı. Düğün sahibi baba ayağa kalkmış, alkışlara eşlik ederken 
bir yandan da kalabalığın arasında elektrik kesintisinin hesabını sorabileceği bir sorumlu arıyordu. 
En sonunda orgun başında oturan piyanist şantör ile kulaktan kulağa bir diyaloga girmeyi 
başarabildi. Konuşmanın sonunda piyanist ellerini iki yana açıp kafasını sağa sola salladı. Baba 
arkasını dönüp gitmeye hazırlanırken bir an için durakladı, dikkatlice havayı kokladı. Yüzündeki 
şaşkın ifade karanlıktan belli olmuyordu. Tekrar piyaniste dönüp bir şeyler söyledi. Piyanist 
kulağını göstererek biraz önceki kafa sallama hareketini tekrarladı. Baba ellerini ağzına megafon 
yaptı:
“Yanık mı kokuyor!?”
Sorunun cevabı piyanistten değil salonun dışından geldi, hatta koşarak içeri girdi. Cevap içeri 
girince oda tekrar aydınlandı. Ama salonun ampulleriyle değil, ayaklı alev topunun ışığıyla. Şarkı 
söyleyenler aniden susunca alev topundan gelen çığlıklar daha da belirginleşti. Bu bir insandı, kısa 
boylu bir insan, alevler içinde kısa boylu bir insan. İçine dikkatle bakıldığında alevlerin ardındaki 
kişinin derisinin çoktan kararmış olduğu görülebiliyordu. İçerideki insanların üzerine yardım için 
haykırarak hücum ederken onlar yardım edeceklerine kaçmaya çalışıyorlardı. Ne yapabilirlerdi? 
Yapılacak ne vardı? Şüphesiz onu yatırıp yerde yuvarlayarak en azından ateşi söndürebilirlerdi, 
eğer düğün salonunda bulunan insanlardan bir tanesi hayatında bir adet belgesel seyretmiş olsaydı. 


Ayaklı alev topu son gücüyle kendisinden kaçmaya çalışan adamlardan birini ceketinden yakaladı. 
Adam yakalandığını fark edince adımlarını hızlandırdı ve küçük alev topunun elinden kurtuldu. 
Alev topu dengesini kaybedip yere düşmüş, adamın ceketi de alev almıştı. Ateşin acısını hissettiği 
anda ceketin fiyatını (üzerindeki mağazadan alınmış tek giysiydi) unutup ondan bir an önce 
kurtuldu ve yönüne bakmadan mümkün olduğu kadar uzağa fırlattı. Kimse ceketin gittiği yere 
dikkat etmedi, salondaki masaların birine, içki kadehlerinin üzerine. Çünkü herkes yerde 
hareketsiz yatan ve artık kimseye zarar veremeyeceği anlaşılan çocuğu söndürmeye çalışmakla 
meşguldü. Üzerini masa örtüsüyle kapatmak isteyenler örtüyü yaktı, rakı kadehlerinin yanındaki su 
bardaklarını çocuğun üzerine boşaltanlar suyun hemen buharlaştığını ama ateşin hemen hemen 
hiç etkilenmediğini gördüler. Diğer insanlar ise çoktan dışarı kaçmıştı. En sonunda kaçınılmaz 
olarak içlerinden akıllı bir insan çıktı ve yerde yatan meşaleyi söndürmek için en uygun yolu 
uygulayıp bir şişe rakıyı üzerine döktü...
Olayı dışarıdan izleyeler içerinin bir anda iki kat aydınlandığını gördüler. Artık yapılacak bir şey 
yoktu. İnsanlar bir bir dışarı kaçıyorlardı. Güneş gibi parlayan bir binanın önünde karıncalar gibi 
oradan oraya koşuşturan insan gölgecikleri onları uzaktaki bir duvarın üzerinde oturarak seyreden 
Atılgan için oldukça hoş bir manzara oluşturmuştu.
“Hollywood filmi gibi” dedi yanındaki hiçbir şeye.
“Ne kullandın?” diye sordu Atılgan’ın baktığı yerde oturan Seyfi.
“İki kutu zippo uçak benzini.”
“Öğreniyorsun” ikisi de gülümsediler ve itfaiye gelene kadar manzaranın tadını çıkarmaya devam 
ettiler. Neyse ki itfaiye ancak yangın kendi kendine sönmeye yüz tutunca ulaşabildi olay yerine...
O gece hiç uyumadığı kadar rahat uyudu Atılgan. Evinin hemen yakınındaki düğün salonundan 
gelen siren, bağırış çağırış, sinir krizi geçirme sesleri ona ninni gibi gelmişti. Şimdiye kadar hep 
doğru olanı yapmış olmasına rağmen yatağa hiçbir zaman böyle huzurlu girmemişti. Ağır bir spor 
yapmış ve bol bol ter atmış gibiydi, hatta duş bile almıştı.
***
“Sana söylemiştim” dedi Seyfi Atılgan omletini dikkatlice dört parçaya ayırırken. “Cin tarafın 
ortaya çıkıyor değil mi?” Atılgan Seyfi’nin söylediklerini fazla dikkate almadı, sırıtarak başını iki 
yana salladı: “Sebebini bilmiyorum ama her gün kendimi biraz daha huzurlu hissediyorum.”
“Etrafında seni kötü yönde etkileyen negatif enerjiler bir bir yok oluyor da ondan.” Atılgan 
çayından bir yudum aldı, omletini çatalıyla kurcalarken Seyfi huysuzlanmaya başladı: “Acele etsen 
iyi olacak.”
“Nereye?”
“İşe tabi ki.”
Atılgan’ın bir işi olduğu aklına geldi, sonra da büyük bir ihtimalle artık olmadığı: “Saat daha çok 
erken değil mi?”
“Evet. Patronu evinden alacaksın.”
Bu söz Atılgan’ın bir anda iştahını kaçırdı: “Yine mi?”
“Bu senin görevin.”
O dakikadan sonra Atılgan giyinip dışarı çıkana kadar Seyfi ona defalarca acele etmesini söyledi. 
En sonunda iki ayağı bir pabuçta dışarı attı kendini, patronu evinden almak için. O gittikten dört-
beş dakika sonra da kapısına dün olduğu (ve zil çalışmadığı için uykudaki Atılgan’ın fark etmediği) 
gibi polisler geldi. Zil yine çalışmadı, ama onlar bu sefer gitmeye niyetli değillerdi. Açılana kadar 
kapıyı vurmaya karar verdiler.
Bir el zile bastı. Kapının diğer tarafında inceden kalına doğru arka arkaya üç nota duyuldu. 
“Dinnn, dannn, donnn...” diye zilin taklidini yaptı Atılgan’ın yanında bekleyen Seyfi.
“Zengin zili” dedi Atılgan balık avlamaya çıkmış bir adamın huzurlu yüz ifadesiyle. Tahmin 
ettikleri gibi kapı açılmadı.
“Basalım mı bi daha?”


Altıncı basışın hemen ardından koyu kahverengi ahşap kapı açıldı. Karşılarında saçı başı dağınık, 
tanımadık bir adam duruyordu: “Ne istiyosun lan bu saatte? Hiç boşuna yalvarma, kovuldun 
bile.”
Bu saldırgan soruya sıcak bir gülümsemeyle cevap verdi: “Vallahi sesinizden tanıdım Takittin Bey. 
Üstünüzde takım elbise olmayınca benzetemedim.”
“Kime benzetemedin?”
“Adama.”
“Sen kiminle konuşuyorsun köpek?”
***
Atılgan ince halatı biraz kendine doğru çektikten sonra yatağın ayakucuna bağladı. Yatağa oturup 
şaheserine tekrar baktı. Müdür Takittin kendi yatak odasında yerde yüzüstü baygın vaziyette, 
üzerindeki çizgili pijama setiyle yatıyordu. Yatağın ucuna bağlı olan ip bir-bir buçuk metre sonra 
müdürün boynunda iki tur atıyor, sonra yoluna devam edip bir buçuk metre sonra kapının koluna 
bağlanıyordu.
“Uyandırmamız lazım di mi?” Seyfi evet anlamında başını salladı. Atılgan cebinden küçük, plastik, 
sarı bir şişe çıkardı, kapağını açtı ve müdürün yana bakan başının üzerinde konuşlanmış burnuna 
yaklaştırdı. Aksıra tıksıra uyanan müdür ilk olarak Atılgan’ı ve hemen yanında üzerine ip bağlı kapı 
kolunu gördü. O ipin devamının kendi boynuna sarılı olduğunu fark edemeden Atılgan kapıyı 
ayağıyla ittirerek kapatınca ip birden gerildi, müdürü boynundan tutarak havaya kaldırdı. Müdür 
Takittin yatağının ayakucuyla kapı kolu arasında hafif yukarıya eğim almış gergin ipte ölmemek 
için dirseklerini yere destek olarak koydu. Ama yine de ip boğazını çok kötü sıkıyordu. Bir anda 
yüzüyle birlikte görüş alanı da morardı. Kendini ipten kurtarmak için ellerini kullanamıyordu 
çünkü tek kolunu bile destek aldığı yerden kaldırsa diğer kolu hantal vücudunun ağırlığını 
kaldıramayacaktı ve Takittin yerden otuz santimetre yükseklikte yüzüstü yatar pozisyonda 
boynundan asılı kalacaktı. Kaldı ki böyle bir şey yapmaya çalışsa bile başarılı olamazdı çünkü ip 
kurbanını asla bırakmayacak kadar gergindi.
“Tamam Atılgan Bey, sizi işe tekrar alıyorum.” Sözünü bitirebilmek için bütün gücünü kullanıp 
derin bir nefes aldı: “Maaşa da zam...”...... “O gün sinirliydim biraz.”...... “Vallahi.”... Atılgan 
kurbanı önünde çömeldi ve gözlerinin içine kapıdaki sıcak gülümsemeyle baktı: “Ne olduğunu 
biliyorum!” Takittin yüzündeki şaşkınlığı gizleyemedi. “Şaşırdın mı?” Ayağa kalktı, konuşmasına 
bir ilkokul melodisi ekleyerek devam etti: “Bi-li-yoo-ruum” Sağ ayağını tekme atmak için mümkün 
olduğu kadar geri çekti. Kafasına ayak içiyle falsolu bir vuruş yaptı, ama ayak kafayı bulamadı, 
çünkü Takittin olması imkansız bir şekilde tek elini yerden kaldırıp Atılgan’ın ayak bileğini 
yakalamıştı. Beklemediği bu hareket karşısında afallayan Atılgan kafasını eğince Takittin’le göz 
göze geldiler. Takittin’in bir anda nefret dolmuş gözleri tanıdık bir lav renginde parlıyordu. 
Atılgan ayağını geri çekmeyi aklına getirmeye fırsat bulamadan Takittin sağ eliyle sıkı sıkı tuttuğu 
ayak bileğine var gücüyle asıldı, düşmanı dengesini kaybedip yere kıç üstü oturduğunda bile 
bırakmadı. Atılgan ellerinden destek alıp ayağa kalkmaya çalışırken Takittin’in ağzından mı 
karnından mı çıktığı belli olmayan bir ses duydu: “Demek biliyorsun. Ben de seni biliyorum. 
Demek ki eşitiz!”
Daha önce olmuş olduğu gibi ilk başta gayet normal bir insana benzemesine rağmen Takittin de 
aynı gariplikleri göstermeye başlamıştı. Tek eliyle yerden destek alıp diğer eliyle Atılgan’ın ayağını 
kendine çekti ve ağzına götürüp ısırmaya çalıştı. Atılgan bacağını kaptırma korkusuyla Takittin’in 
karşı koyamadığı gücüne diğer ayağıyla suratına attığı tekme ile karşılık verdi. Karşısındaki şeytan 
kılıklı yaratığın burnunu kundurasının tabanıyla ezince ayak bileğini kurtarmış olan Atılgan artık 
tekrar ayaktaydı. Boynundan bağlı kurbanının kol menzilinin dışından dolaşarak arkasına geçerken 
Seyfi’yle göz göze geldiler. Seyfi hiçbir zaman değiştirmediği sünnet entarisiyle kollarını birbirine 
kavuşturmuş şekilde ciddi ifadesini bozmadan Atılgan’ı seyrediyordu. Atılgan Seyfi’ye bir şey 
söylemeden kendinden emin bir ifadeyle gülümsedi. Ayağıyla Takittin’in ensesinin üzerine hafifçe 


bastı. Başına gelecekleri anlayan Takittin iki elini nöbetleşe kullanarak ensesindeki ayaktan 
kurtulmaya çalışıyordu ama bunu başaramayacaktı. Atılgan ağırlığını yavaşça ensenin üzerine 
verdikçe Takittin’in astım krizine girmiş bir öküzü andıran sesi şiddetini arttırıyordu. En sonunda 
Atılgan kendini tamamen bıraktı. Dengesini sağlamak için kollarını iki yana açmış halde tek ayak 
üzerinde duruyordu. Müdürün söyleyecek sözü kalmamıştı. Ağzından yere sicim hızında kan 
biriktiren müdür boğazlanan tavuk taklidi yaparken Seyfi bu manzarayı dilini ağzının içinde sakız 
gibi çiğneyerek seyretti.
Atılgan Takittin'in öldüğünü fark edemedi, o yüzden ip kapı tarafından kopup kafa yüzüstü yerle 
bütünleşene kadar adamın üzerinden inmedi...
***
“Bu listede yirmi kişi var!”Atılgan Seyfi’nin cebinden çıkan hayali kağıtta gördüklerine 
inanamamıştı. “Bu insanların çoğunu tanımıyorum bile... Kim bunlar?”
“Tanıyorsun, sadece isimlerini bilmiyorsun.” Seyfi her zaman olduğu gibi Atılgan’ın iştahını 
kaçırma görevini başarıyla yerine getirmişti. Atılgan şu an kendi evinde, kendi mutfağında, kendi 
masasında karnını doyurmaya çalışıyordu, birkaç saat önce işini bitirdiği müdürü ise kendi 
evindeki gardırobunda ertesi gün evinin kapısını kırarak içeri girecek polislerin üzerine 
boynundaki ince çekme halatı ile birlikte yığılmayı bekliyordu.
Kahvaltının bitmesine yakın evin kapısı yumruklanmaya başladı. Kahvaltının bitememe geleneği 
bozulmamıştı. Seyfi olamazdı çünkü o yanında uslu uslu oturuyordu. Kim olabileceği ile ilgili en 
ufak bir fikri olmadan söylene söylene kapıya gidip delikten baktı. Dışarıda iki polis vardı.
“İyi günler beyfendi. Kayıp bir kızı arıyoruz, ismi Arzu Arıcı. Böyle birini tanıyor musunuz?”
“Hayır, tanımıyorum.”
“Sizin üst katınızda oturuyormuş. Kaybolmadan önce en son size kahve istemeye gelmiş. Aynı 
gün kapıcı sizin kattan bir çığlık sesi duymuş.”
Atılgan’ın kafasında hala hiçbir şey canlanmıyordu: “Kesinlikle hiçbi kız bana kahve istemeye 
falan gelmedi.”
“Evinizi aramamıza izin verir misiniz?”
“Tabi.” Polisler bir an önce saçma işlerini bitirseler de gitseler, diye düşündü. Ama Seyfi aynı 
fikirde değildi: “Arama izni iste! İçeri alma, kurtul onlardan!”
Polislerden biri odaları kontrol ederken diğeri Atılgan’a sorular soruyor, Atılgan da Seyfi’yi 
duymazdan gelerek aynı nezakette soruları yanıtlıyordu.
“Üç gün önce sabah nerde olduğunuzu hatırlıyor musunuz?”
Atılgan nerede olduğunu düşünürken koridordan diğer polisin çığlıkla karışık bağırışı duyuldu: 
“Amirim burda bayan cesedi var!” Amir soru sormakta gösterdiği nezaketi bir anda unutup 
Atılgan’ın üstüne kaçmasın diye (kaçmaya niyeti varmış gibi) aniden çullanıp onu sırt üstü yere 
düşürdü. Atılgan daha ne olduğunu anlayamadan bilekleri kelepçelenmişti...
***
“Görünmez arkadaşın şu an burada mı?” Atılgan kafasını psikiyatrisin odasındaki en uzak köşeye 
çevirdi. Seyfi deri koltukta oturmuş, hiçbir şey söylemeden sinirli bir şekilde Atılgan’a bakıyordu. 
Atılgan tekrar psikiyatrisin şişe dibi gözlüklerine döndü: “Evet, burada.”
“Yazdığın bu isimleri sana o mu söyledi?”
“Bana bir kağıt üzerinde gösterdi.”
“O kağıt şimdi nerede?”
“Onunla birlikte. Onu göremediğiniz gibi kağıdı da göremezsiniz.”
“Anlıyorum. Başka isimler de var mı?”
“Var. Toplam yirmi civarında isim var ama bu kadarını hatırlayabildim.”
Doktor bir şey söylemeden defterine sessizce bir şeyler yazdı.


“Şu kelepçeleri çıkaramaz mısınız? Bileklerimi acıtıyor. Polislere söylemem, söz.”
“Kelepçelenmeni ben istedim. Hasta bile olsan işlediğin vahşet sınırlarını zorlayan dört cinayet 
affedilir gibi değil.”
“Ama yaptığımın cinayet olduğunu bilmiyordum.”
“Atılgan, evinde bulunan kızın üzerine Hidroklorik asit dökülerek eritilmiş ve İngiliz anahtarıyla 
kafası parçalanmış. Sence bu cinayete girmez mi?”
Atılgan yaşadıklarını gözünün önüne getirmeye çalıştı. Kız katılaşmış olmayabilir miydi? Ya 
diğerleri?
“Kayınvalideni yastıkla boğdun, müdürünün boynuna halat dolayıp üzerine basarak boğazladın, 
küçük bir çocuğu ise önce dövdün, sonra üzerine gaz döküp...”
“Uçak benzini.”
“...ateşe verdin ve düğün salonuna gönderdin.”
“Onların hiçbiri insan değildi. Gözlerimle gördüm!”
“Senin söylediklerini söyleyen o kadar çok hasta geliyor ki, artık eski ilginçliği kalmadı bu 
hastalığın. Seni rahatsız eden insanlardan intikam almak için hayali bir arkadaş yarattın.” Seyfi 
gözlerini Atılgan’dan ayırmadan kollarını birbirine bağladı.
“Sana kahve istemeye gelen kızı katılaşmış olarak görüp çözmek için Hidroklorik asit boşalttın.” 
Atılgan korku dolu bakışlarını Seyfi’ye çevirdiğinde Seyfi kafasını evet şeklinde sallıyordu. “Kız 
doğal olarak panik içinde kendisine bunu yapana saldırdı. Onu İngiliz anahtarıyla öldürdün. 
Kayınvalideni, müdürünü, gazinoda eğlenenleri şeytan olarak gördün ve onları öldürmek için 
kendine mazeret yarattın.” Seyfi ayağa kalkarken bir yandan da yine kafasıyla doktoru onaylıyordu.
“Peki bu yazdığın isimler Atılgan?”
“Tanımıyorum dedim ya!” Doktor, Atılgan’ın gözleriyle hareketli bir şeyi takip ettiğini fark etti, 
ama aldırmadı:
“Ama onlar seni tanıyorlar. Adını değil ama resmini tanıyorlar. Kimi otobüs şoförü, kimi çaycı, 
kimi sinemada yer göstericisi, kimi Ramazan davulcusu. Biri de karının avukatı.”
“Aslında o adamı sevmezdim. Mahkemede beni aşağılamıştı. Ama ne fark eder ki, ne kadar deli 
olursam olayım bu insanların isimlerini nasıl bilebilirim?”
“Kiminin seninle tartışması olmuş, kimi ise seni zar zor hatırlıyor. İsimleri öğrenmek kolay. 
Eminim çoğunu bir kere duyup bilinçaltına kaydetmişsindir. Diğerlerini de kendin bile farkında 
olmadan araştırmış olabilirsin. Bu vakalar ne yazık ki artık çok doğal.” Seyfi doktorun oturduğu 
koltuğa ilerlerken kafasıyla her zamanki onay hareketini yaptı. Atılgan gerçekten de kendisi 
tarafından kandırılmış mıydı?
“Öncelikle derin bir nefes alıp şunu söylemelisin: Cin diye bir şey yoktur. Ama inanarak söylemen 
lazım.”
Atılgan, doktorun istediği gibi derin bir nefes aldı. Sonra Seyfi’yle aynı anda konuştular: “O kadar, 
emin, olmazdım.” Atılgan’ın gözleri doktorun hemen yukarısına kilitlenmişti. Bu korkutucu 
gözlerden etkilenen doktor merakına yenik düştü, döner sandalyesiyle yüz seksen derece geriye 
döndü. Hastasının havada asılı duran bir tükenmez kaleme bakıyor olduğunun farkına vardı.
Seyfi Atılgan’ın gözü önünde kalemi doktorun boğazına sapladı. Doktor kalemi yakalayamadan 
geri çekti ve bu sefer sağ gözüne soktu. Uluması bitmeden kalem doktorun yanağından içeri 
girmişti...
Tımar doktoru yüzündeki ondan fazla kanlı delik ve sol gözüne saplı kalemle yere yığılırken Seyfi 
Atılgan’ın iki elini sandalyenin korkuluklarına, ayaklarını da birbirine bağlayan kelepçelerin 
zincirlerini koparıp Atılgan’ı serbest bıraktı.
“Gerçek olduğunu biliyordum. Sağ ol. Benim için kendini feda ettin.”
“Feda mı?”
“Evet, hani cinler dünya ile temas edince...”
“Atılgan.” Seyfi tanıştıkları günkü kendinden emin gülümsemesiyle Atılgan’ın sözünü kesti: “İyi 
cin diye bir şey yoktur. Yoksa bilmiyor muydun?”
“Ne!? Ne? Nasıl?”


“Tanıştığımız gün kapının zilini nasıl çaldım sence?”
Atılgan’ın gözünün önüne kapının zili geldi.
“Sadece kendi işini kendin halletmeni istedim.”
Düğme kendi kendine basıldı. Kuşlu zil Atılgan’ın kafasının içinde öttü.
“Babalık görevimi yaptım, o kadar...”

Download 0.64 Mb.
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   13




Download 0.64 Mb.
Pdf ko'rish