• "Hıristiyan Azınlıkların" Tasfiyesi Müzesi ve Kültür Merkezi
  • Velensinli Rigas
  • Tigran Zaven
  • “6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri




    Download 102.21 Kb.
    bet2/3
    Sana10.04.2017
    Hajmi102.21 Kb.
    #4049
    1   2   3

    6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri


    TKP'nin her türlü demokratikleşme çizgisine karşı, nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşinin yanında yer alan çizgisi bu satırların yazarınca açıktır.

    Ancak kişileri ve örgütleri hala onların kendileri hakkındaki nitelemeleriyle ele alan ve aslında böyle bir çizgiyle fazla sorunu da olmayanların çoğu TKP'yi sosyalist ya da muhalif bir çerçevede değerlendirmeye devam ediyorlar.

    Bunun böyle olup olmadığını anlamak ve böyle düşünenlere gerçeği göstermek ve de TKP'ye ve benzerlerine böyle olmadıklarını kanıtlama ve bizim yanıldığımızı gösterme fırsatı vermek için aşağıdaki öneriyi yapıyoruz:

    İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet Kültür Merkezi, bir şekilde kitabına uydurularak, bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir.

    Eğer TKP böyle olmadığını kanıtlamak istiyorsa, Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezini örneğin bir ""Hıristiyan Azınlıkların" Tasfiyesi Müzesi ve Kültür Merkezi" yapmak üzere sahiplerine vermelidir.

    Bunun yapılmasının hukuki biçimi önemli değildir. Böyle yapılabilmesi için icabında mülkiyet hakkı kendilerinde bile kalabilir ama örneğin bu mağdurların seçecekleri bir kurul kullanımını vs. düzenleyebilir vs.. Bu niyetin samimi olarak açıklanması ve gereğinin yapılması önemlidir. Demokratik kamuoyu bunun en uygun biçiminin ne olacağına tartışarak karar verebilir.

    Hatta "Hristiyan Azınlaklar"dan gaspedilerek alınmış bir yere adı verilerek bu gaspa alet edilen ve edı lekelenen Nazım Hikmet adı da kaldırılmalıdır ve buraya örneğin, Osmanlılarda ulusu Türklükle veya başka bir soy, dil, din (Rumluk, Ermenilik, Müslümanlık, Türklük, Ortodoksluk vs.) tanımlamayı reddeden ilk demokratların adı verilmelidir.

    Örneğin Velensinli Rigas adı verilebilir.

    Rigas, bir Rum olmasına rağmen bir Rum milliyetçisi değildi, bir Rum ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu. (Bugün her ne kadar bu Rum Ulusçuluğu tarafından içi boşaltılarak, Rum ulusçuluğunun kurucusuymuş gibi gösterilerek sahip çıkılıyorsa da o bu ulusçuların gaspından kurtarılmalı demokratların bayrağındaki yerini almalıdır.)

    Örneğin Tigran Zaven Kültür Merkezi ve Müzesi adı verilebilir.

    Zaven bir Ermeni Milliyetçisi değildi, Ermeni ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu, bir sosyalist ve demokrattı.

    Hatta bir Tevfik Fikret adı verilebilir.

    Fikret bir Türk Milliyetçisi değildi. O "Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık" diyen bir aydınlanmacıydı. Abdülhamit'e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin patlamayan bombasına üzülen şiirler yazan bir aydınlanmacıydı. Türk milliyetçileri onu da gasp etmiş bulunuyorlar. O da Rigas gibi gerici milliyetçilerin gaspından kurtarılıp demokrasi mücadelesinin bayrağındaki gerçek yerini almalıdır.

    Bunlar Osmanlı topraklarında bir Demokratik Cumhuriyet'i ve Fransız devrimi gibi bir devrimi savunuyorlardı.

    Bu nedenle, resmi ve sol Türk tarihlerde anlatılanların aksine 1908 bir burjuva devrimi değil, bu programa ve özlemlere karşı bir Thermidor'du, bir karşı devrimdi. Ama tıpkı Thermidor gibi, devrimin bayrağıyla yapılmış bir karşı devrimdi.

    Babı Ali Hükümet Darbesi ise, Napolyon'un İmparatorluğunu ilan ederek Devrimin tüm kalıntılarını tasfiyesinden başka bir anlama gelmiyordu.

    Bu gün Türkiye'nin önünde hala 1789 bulunmaktadır. Dolayısıyla bu demokratik gelenekleri yaşatmanın hayati önemi vardır.

    Daha sonra gelen sosyalistler, bu karşı devrimin tanımladığı ulusu, yani ulusun Türklükle tanımlanmış olmasını ve bu Türklükle tanımlanmış ulusu kendisine karşı mücadele edilecek bir şey değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi gördüklerinden, nesnel olarak bu aydınlanmacılardan daha geri ve gerici bir ulusçuluğu savunur durumdadırlar.

    Bu bakımdan Mustafa Suphi ile Komünist hareketi başlatmak veya 1908'i ve Cumhuriyet'in ilanını bir burjuva devrimi gibi görmek; Bonapartist karşı devrimleri devrim diye yutturmaktır. Türk sosyalist hareketinin yaptığı da tamı tamına bu olmuştur.

    Bu nedenle, böyle bir isim değiştirmesi aynı zamanda, sosyalist hareketin bundan sonra, gerici ulusçulukla arasına bir mesafe koyması, bunu eleştirmesi demokratik gelenekleri de benimsemesi anlamına gelecektir.

    *

    Türkiye'de katledilmiş, sürülmüş, korkutularak kaçırılmış "Hıristiyan Azınlıklar"ın malları (Ki Türk Devletinin azınlık tanımının dinsel olması Türk devletinin laik olmadığının bir kanıtıdır. Türklük hiçbir şekilde, kimi Türklerin sıkışınca iddia edildiği gibi ırksal, kültürel, dinsel göndermesi olmayan bir kavram değildir.) devletin çizgisini destekleyenlere bir şekilde kitabına uydurularak peşkeş çekilmekte ve böylece onlar el altından desteklenmektedirler.



    Bizim iddiamız odur ki, eğer TKP askeri bürokratik oligarşinin konumu ve çıkarlarına zıt bir politika izliyor olsaydı, böyle bir yere sahip olamazdı.

    Kadıköy'ün en stratejik yerinde böylesine güzel bir yerin adı "komünist" olan bir örgütün kontrolüne verilmesine bu devletin sessiz kalması düşünülemez.

    Eğer bu komünist örgüt “ismiyle müsemma” olsaydı, yani aynı zamanda gerçekten demokrat olsaydı, böyle bir yeri hayalinde bile göremezdi.

    Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de sadece Müslüman burjuvazi ilk sermaye birikimini katledilen ve sürülen Müslüman olmayan (Ermeni, Rum, Karamanlı, Süryani, İbrani, Keldani, Nasturi, Ezidi vs.) ahalinin malları ve servetlerinin gasp edilmesiyle yapmamıştır; Sosyalistler de şimdilerde bu mallardan nemalanmaya başlamışlardır Devlet'le açıktan veya zımnen uzlaştıkları ölçüde.

    Bu ulusal (nasyonal) sosyalistler, sosyalistliğin alfabesinin ilk harflerini unutmuş bulunuyorlar.

    Sosyalistliğin alfabesinin ilk harfi, her şeyden önce sosyalistliğin devlet, millet ve sermaye düşmanlığı olmasıdır.

    Sosyalistliğin alfabesinin ikinci harfi, Sosyalistlerin önce "kendi" devletine, "kendi" sermayesine ve "kendi" milletine düşman olması gerektiğidir.

    Nasıl hazreti Muhammet savaşların en kutsalı ve zoru kendi nefsine karşı savaş dediyse, yani o zamanın problematiği içinde bu "kendi" ailesine, aşiretine, soyuna karşı bir savaş anlamına geliyorduysa; ancak böyle bir savaş içinde Müslim olunabiliyorduysa; bir sosyalist için de benzer şekilde savaşların en kutsalı, “nefsine”, yani "kendi" devletine, milletine ve sermayesine karşı savaştır.

    Marks'lar Engels'ler, Lenin'ler sosyalizmi hep böyle anladılar, böyle tanımladılar ve böyle uyguladılar.

    Eğer TKP de sosyalizmi böyle anlıyor, tanımlıyor ve uyguluyorsa bu savaşa önce bu Kültür Merkezini, gerici Türk ulusçuluğunun bu ganimetini, demokratik gelenekleri yaşatmak için ve o gerici ulusçuluğun cinayetlerini ve gasplarını teşhir ve mahkum etmek için kullanır.

    Haydi TKP, kanıtla Demokrat olduğunu.

    Kızart yüzünü bu öneriyi yapanın.

    Demir Küçükaydın

    07 Eylül 2009 Pazartesi



    http://www.koxuz.org

    Yazı bu.


    Şimdi gelelim TKP’nin veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yaptıklarına ve yapmadıklarına.

    Önce benim yazımdaki iddianın (yani kültürn merkezinin Ermeni ve Rumlardan gaspedilmiş mallardan olduğu ve bir şekilde devletin tolerans ve desteğiyle, kendine sosyalist ve hatta komünist diyen bir örgütün kullanıma sunulduğu) olgusal düzeyde yanlış olduğu varsayımından hareket edelim. Yani bu olanaklar TKP’ye kitabına uydurulup aktrılmamıştır, onlar hakikaten önceden kimin olduğunu bilmeden, birtakım güzel rastlantılarla bu güzel yeri kullanmaktadırlar.

    Bu durumda bir sosyalist, hele komünist (yani en hasından sosyalist) olduğu iddiasında olan nasıl davranır veya davranması gerekir? Ama bunları bir yana bırakalım, demokrat bir insan; hatta onu bir yana bırakalım, uygar bir insanın nasıl davranması gerekir?

    Önce, ne kadar haksız ve temelsiz olursa olsun, bu iddialarda bunanan kişinin görüşlerini idari tedbirlerle, örneğin içinde yer aldığı bir toplantıya yer vermeme kararı alarak, engellemeye kalkmaz. Aksine, o kişiye, “buyrun gelin, size bir gün ve yer verelim bu iddialarınızı açıklayın, biz de kendi görüşlerimizi anlatalım. İnsanlar her ikisini de dinlesinler kendileri karar versenler” der.

    Veya böyle bir şey yapma olanağı yoksa bile en azından benzerini yazılı olarak yapmaya çalışır.

    Çünkü bir sosyalistin görevi her şeyden önce en karşı bilinen cepheden bile insanları fikri mücadeleyle; argümanlarla kazanmak olmalıdır. Sosyalistler fikirlerin kanunlarla, idari kısıtlamalarla, fiziki şiddetle, maddi olanaklarla vs. fikir dışı her hangi bir şekilde ifadesini ve yayılmasını engellemeye karşı mücadele ederler ve etmelidirler. Fikre karşı fikirle mücadele ve bunun koşullarının sağlınması sosyalistliğin ilk şartıdır.

    Sosyalistler, bunun en barışçıl, en sancısız çözümler için olmazsa olmaz koşul olduğunu savunurlar. Bu nedenle kendi içlerinde de, ilişkilerinde de bu ilkeyi gözetirler ve gözetmelidirler.

    Na yazık ki, bu devrimci gelenekler yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, neredeyse tümüyle unutulmuş bulunuyor.

    *

    İkincisi, bir sosyalist karşı görüşü eleştirirken halkımızın “söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun” dediği gibi, onu olgusal veya çıkarsama yanlışlarından ve ifade bozukluklarından arındırarak özünü ele alarak eleştirmelidir. Sosyalistler, yanlış ifadelere, olgusal yanılgılara bir zayıflık olarak mal bulmuşçasına sarılmamalıdır. Fiziki savaşla fikir savaşının iki farklı yönüdür bu. Fiziki savaşta düşmanın en van alıcı en yaralanabilir yerine güçlerin en irisini yığmak gerekir; ama sosyalistler fikir savaşında, insanların geri yanlarına hetap etmekten kaçınmaları gerektiği için karşı tarafın en güçlü yanlarına, on fikrin en güçlü savunuculrına yönelirler veya yönelmeleri gerekir.



    Diyelim ki, benim önerimde bir sürü olgusal yanlışlar var. Ama önerimin özü nedir? Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin “Kapatılması” mıdır? Hayır. Demokratik bir program ve geleneğe bağlanılmasıdır. Bu katliamların unutulmasına karşı bir araç olmasıdır. Çünkü yazı 6-7 Eylül olayları vesilesiyle yazılmaktadır ve içeriğinde bu bağlantı çok açıktır. Önerim, “haydi onası sizde ve kültür merkezi olarak da kalsın, ama onun Ermenilerin gaspedilmiş bir malı olduğu; Ermenilerin yok edilmesi ve bunun karşı devrimci özüyle ilişkisini vurgulayan başka bir çözüm de olabilir” biçiminde de olabilirdi. Ve bu belki yazının ruhuna daha da uygun düşerdi. Yazıdaki öneri somut biçimiyle söylenmek ve yapılmak istenenin ruhunun vurgulanmasını engelliyor bile diyebiliriz.

    Şimdi bir Komünist bu çekirdeği çıkarıp, öyle değerlendirmelidir bu yazıyı. Yani şöyle diyebilir ve demelidir bir komünist veya devrimci veya demokrat:

    “Demir Küçükaydın, Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin bizim kullanımımıza kitabına uydurularak geçtiğini söylemektedir. Bizim olayımızda böyle bir durum olmamakla birlikte, bu küçük olgusal yanlışa takmıyoruz ve böyle bir yanılgıyı normal karşılıyoruz. Çünkü bu ülkede Rum ve Ermenilerin mallarının yağması bir gerçektir ve Türkiye’nin gerçekliği bu bilinip anlaşılmadan anlaşılamaz. Bizler bizim somutumuzda böyle olmamasının ardına sığınarak bu karşı devrimci ve gerici gerçekliği teşhir görev ve sorumluluğumuzdan kaçmıyoruz ve kaçmayız. Hatta bu arkadaşa bize bu görevimizi hatırlattığı için teşekkür ederiz. Evet, Nazım Hikmet Kültür Merkezi eskiden Ermenilere ait yerdi, Ermeniler katledilip malları vakıflarca ve diğer biçimlerde yağma edilmeseydi, müslüman ahaliye peşkeş çekilmeseydi, belki bugün burada ta Osmanlı’da ilk soslyalist hareketi başlatanlardan olan Ermeni veya kimbilir başka bir devrimcinin adı olabilirdi.

    Nazım Hikmet adı, bu yerin bu olası tarihine hiçbir gördermede bulunmamaktadır. Bu durumu değiştirmek için, burasını, bu katliam ve gaspların unutulmasına karşı durmak; vicdanlarda mahkum edilmesine katkıda bulunmak için, öneride bulunulan üç ismin (Velensinli Rigas, Tigran Zaven, Tevfik Fikret) kültür merkezi (Veya başka somut bir biçim de olabilir, örneğin Anadolu’nun Katledilmiş ve Sürülmüş Hıristiyanları Kültür Merkezi gibi) yapıyoruz.”

    Ezilenlerin demokratik ve siyasi eğitimine değer veren bir hareket, bir teorisyen, bir komünist böyle davranır.

    Peki, Nazım Hikmet Kültür Merkezi veya TKP ne yapıyor?

    Kapatılmasını istemişim diyerek benim de içlerinde yer aldığım bir toplantıyı, sadece konuşmacılar arasında yer aldığm için orada yaptırmayacağını söylüyor.

    *

    Böyle, yukarıda önerildiği gibi davransa ne olur TKP veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi?



    Orası hala ellerinde kalabilir miydi acaba?

    Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz?

    Çünkü böyle davranmıyor.

    Oranın aslında Ermenilere ait bir yer olduğu gerçeğinin adını bile anmayarak, onun nasıl olup da şimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi olduğu gerçeği üzerine tam bir suskunluk oluşturarak, sorun sanki onunun kapanmasıymış da bu binlerce kişinin emeği ve katkısını hiçe saymakmış gibi konuyla ilgisiz şeyler söylüyor ve özünü tahrif ediyor.

    *

    Peki, olgusal düzeyde, bizim devletin bir şekilde böyle bir olanağa yol açtığı düşüncemiz yanlış mı?



    (Bu vesileyle internete girip bir araştırma yaptığımızda İşçi Partisi’nin merkezine ilişkin olarak böyle bir durum olduğunu da gördük.)

    Biz o yazıyı yazdığımızda genelden özele doğru bir çıkarsama yapmış ve özel olarak Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak kullanılan binanın durumunu incelememiştik.

    Şimdi bu açıklamayı yaparken konuyu biraz internetten inceledik. Şimdi, esas olarak hiç de yanlış bir yargıda bulunmadığımız kanısına ulaştık. Neden ve nasıl?

    Aşağıda alıntılarla bunu göstereceğiz. Ancak satırların arasını iyi okumak gerekiyor. Faşizmin sıradanlığı gibi. Olayın anlatılışının sıradanlığının ardında yatmaktadır bütün trajedi.

    İnternetten alıntılar yapalım. Binanın tarihi ile ilgili şunlar okunuyor:

    Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Kadıköy randevularının nişan yeri olan boa heykelinden Bahariye’ye doğru kıvrıldığınızda sol kolun üzerindeki ilk sokağın -Ali Süavi Sokağı’nın- üzerinde. Yenilerde bu sokağa Sanatçılar Sokağı da deniyor. Sokağın başında yüksek duvarlı Surp Levon Ermeni Kilisesi var. Parmaksızoğlu isimli bir Ermeni’nin Bahariye Caddesinden Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağ olan bu arsa 1890 da ölümünden sonra varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için kurulan “Ermeni Katolik Cemaati Vakfı”na verilmiş, cemaat 1911 de kiliseyi yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle açmış. Sokakta kültür merkezine doğru yürümeye devam ederken sağlı sollu cafeler, sanat atölyeleri, medikal malzeme satan dükkânlar ve bir de dişçi var. Her ne kadar yüksek duvarlarından dolayı Kültür Merkezinin içerisi başta fazla görülemese de kilisenin mimarisiyle paralel olduğunu seziyor insan. Üç katlı taş bina kilise gibi yüksek avlu duvarıyla çepe çevre sarılmış. Binanın yola bakan yüzünde kuru sarmaşık dallarının hala izi var, alınlıklı muntazam pencerelerin simetrik olarak her kata yayılmış olmasından mı bilinmez bir zamanlar okul olduğu hissini uyandırıyor. Sonrasında da eski bir yatılı Ermeni İlk mektebi olduğunu öğrenmek doğrusu şaşırtmıyor insanı.”





    Download 102.21 Kb.
    1   2   3




    Download 102.21 Kb.

    Bosh sahifa
    Aloqalar

        Bosh sahifa



    “6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri

    Download 102.21 Kb.