Tacizci Malik
I
Berber deyip geçmemek lazım. Bir insanın seçtiği berber hayatında önemli yer tutar.
Bakkal kasap gibi bir şey değil ki, adama kafanı teslim ediyorsun. Tepesi atıp alsa sağ kulağını ne
yapacaksın? Gerçi benim için berberin sadece orospu çocuğu olmaması yeterli ya; onun için bile
zamanında kaç berber dolaştım. Asıl sorun doğru dürüst okumamış insanların eline böyle büyük
bir gücün verilmesi. Adam kafana makinayı vurup traşını yarıladı mı ister anana küfreder, ister
fiyatı aniden yükseltir. Öte yandan bu durum aslında berberlik mesleği için bir avantaj olarak da
görülebilir. Sadece insan gibi insan olmanız bile size ekstradan müşteri kazandırır. Mesela benim
berber amca, adam çok kitap yutmuş, çok kültürlü biri. Haliyle muhabbeti koydu mu traşın nasıl
geçtiğini anlamıyorsun. Berber okulunda bir tane de “muhabbet” dersi olmalı zaten. Müşteri
tutmanın bir numaralı koşuludur hoşsohbet olmak.
Bayan kuaförlerinde ne yazık ki yoktur bu ilişki. Onlarda daha çok, makas altındaki müşteri sıra
bekleyenlerle dedikodu yaparak geçirir vaktini. Bizim berbere traş olmaya giderken önce yanındaki
kuaförün önünden geçerdim. İçeride çalışan kızlar aynadan beni keserdi hep ama ben daha çok
operasyon altındaki kafaları incelerdim. Kuaförlerin işi daha zor olsa gerek, postiş, çıtçıt, boya,
röfle, gölge, kaynak… Düz saçlısı geliyor, küt saçlısı geliyor, kıvırcığı geliyor. Her çeşit kadın
geliyor. Tabi bir çeşit hariç; türbanlılar.
Türbanlılar kuaför işlerini nasıl halleder? Saçlarını açamazlar, çünkü cehennemde yanma
tehlikesi var. Allah korusun hanımefendi açılmış saçılmış, saçı başı meydanda; tam o sırada bir
erkek geçiyor kuaförün önünden. Kafasını çevirip içeri bir baksa, gitti kırk yıllık namaz, zekat, hac,
oruç. Sıfırlandı, resetlendi yani. Ya tamam şaka bir yana ben gerçekten görmedim türbanlı bir
kadının kuaföre gittiğini. Şimdiye kadar yaptığım geyiğin de bir maksadı var aslında. Bizim
apartmanın dul yöneticisiyle ilgili…
Apartmanımıza geldiği gün belliydi kadının başımıza bela olacağı. Daha eşyaları eve
taşıtırken kapıcıyla kavga etti. Gecenin o saatinde gürültü yaptığı için müdahale etmiş Muammer
Abi (the kapıcı). “Lütfen, bu saatte gürültü oluyor, biraz daha sessiz olamaz mısınız?” deme
gafletinde bulunmuş. Ben apartmanın girişinden gelen çığlıkları duydum da birine tecavüz
ediyorlar sanıp apar topar dışarı çıktım. O on yedi basamak merdiveni inerken aklımda ne güzel
hayaller vardı. Hesapta aşağıda bebek gibi bir kıza saldıran bir sapık olacaktı. Ben de “bayanı rahat
bırak” diyip sapığın tepesine binecektim. Ondan sonra:
-Ay çok mersi ırzımı namusumu kurtardınız, size nasıl teşekkür edebilirim?
-Size bir içki ısmarlamama ne dersiniz? Bildiğim çok güzel bir yer var.
Derken aşağıya inmişim bile. Olay mahaline vardığımda gördüm ilk defa o kadını. Elli
yaşlarında, şık giyimli birisiydi. Çiçek desenli açık renk bir türbanla saçlarını tamamen kapamıştı.
Saç rengini anlamak mümkün değildi ama türbanın şekline bakınca saçlarını türbanın içinde topuz
yapmış olduğunu anlayabilirdiniz. Kapıcıyı köşeye sıkıştırmış, suratına resmen çığırıyordu. Zavallı
kapıcı bir tavşan gibi sinmiş, kadının konuşmasının bitmesini bekliyordu. Cevap vermeyi bırakın,
yüzüne bile bakamıyordu kokonanın. Yanlarına fazla yaklaşamadım. Raid sineksavar gibi, çıkardığı
o tiz ses sayesinde yanına yaklaşmama izin vermiyordu. Söyledikleri kelimeler (ben, kim
olduğumu, derler bana, seni… gibi) tek tek anlaşılıyordu ama aralarında bir bağ kuramadığım için
kavganın neyle ilgili olduğunu anlayamamıştım. Soprano resitali devam ederken bir yandan da
benim yaşımda sakallı sakallı gençler, “reverse” modda çalışan hırsızlar gibi içeriye harıl harıl eşya
taşıyorlardı. Kapıcı ölecek diye düşündüm.
Ama ölmedi. Kokona işini bitirdikten sonra sanki saldırıya uğrayan oymuş gibi içini çeke
çeke yanımdan geçti ve asansöre bindi. Kapıcı Muammer Abi’nin ise hala eli ayağı titriyordu.
Yanına gittim, “Ne oldu?” diye sordum. Bir süre cevap veremedi. Derin derin nefes aldıktan
sonra olup biteni anlattı bana. Sonra da gitti, apartmanın açık bırakılan kapısını kapattı. Ne de olsa
sakallı çocuklar işini bitirip Mr.Muscle gibi ortadan kaybolmuşlardı. Ben de eve gittim. Yolda
asansörün durduğu kata baktım. Onuncu, yani en üst katı gösteriyordu.
Bir hafta sonra apartmanın olağan toplantısı vardı. Bu bir hafta boyunca çığırış ve kavgalar
devam etmişti. Çoğu zaman kurbanlarının kim olduğunu öğrenmeye tenezzül etmemiştim. Yalnız
bir kere bizim karşı komşu Huri Teyze’yi çok fena haşlamış. Dershaneden döndüğümde bizim
evde annemle oturuyorlardı. Yaşlı başlı kadın ağlıyordu. Kokona, arabasını Huri Teyze’ninkinin
önüne parketmiş. O da çekine çekine “arabanızı çeker misiniz?” falan diyince kadın inmiş aşağıya,
Huri Teyze’nin resmen ağğğzına sıçmış. Üstüne de arabasına bir tekme indirip ön tamponu
dağıtmış. İşte böyle durumlara çok sinirleniyorum. Kimse kadına bulaşmak istemediği için her
yaptığı yanına kar kalıyor.
Toplantıdan önce evleri dolaşıp herkese “toplantının içeriği” diye bir kağıt dağıttılar.
Kapıcının elinden alıp direkt maddelere baktım:
1) Aidatların görüşülmesi
2) Apartmanımıza uydu anteni takılması
nokta nokta nokta
7) Tacizci malik konusunun gündeme getirilmesi ve kınanması
“Malik kim?” diye sordum. Apartmanda bir de erkek sapığın dolaştığını bilmiyordum. Sonra
annemden öğrendim; malik mülk sahibi demekmiş. Yani bizim kokonadan bahsediyorlar. Bu
sorun yönetim kuruluna kadar gittiğine göre yakında bitmesi lazımdı. Derin bir nefes aldım,
evimiz birinci katta olduğu için aşağıdaki kavga ve çığırışların bitmesi en çok beni sevindirecekti.
Acaba nasıl bir önlem alınacaktı? Büyük ihtimalle kadını uyaracaklar ve polis çağırmakla falan
tehdit edeceklerdi.
Akşam toplantı başladığında, olanları uzaktan seyretmek için ben de aşağı indim. Yalnız toplantıda
“Tacizci Malik” yoktu. Herkes onun hakkında konuşuyor, birbirine yakınıyordu. Konuşmaları
dinlerken bir çok yeni vukuatını öğrendim. Mesela arka tarafta top oynayan çocukların, arabasına
top gelebilir diye, toplarını yakalayıp kesmiş (gerçi yaptığı en hayırlı iş oldu). Top da kırk
milyonluk Adidas top, öyle Kames iki kat üç kat değil. Bir de yöneticinin karısını sıkıştırmış
“Benim tavan akıyor” diye. Görenler Tacizci Malik’e yine bir şey yapamamışlar, yöneticinin
karısını kaçırıp kurtarmışlar. Liste uzadı gitti. Millet de konuştukça konuşuyordu. Söylentilere göre
eskiden İstanbul’da oturuyormuş. Ne olduysa buraya taşınmış. Kocasını ise kimse bilmiyor.
Zamanında bir kocası var mıydı, o da bilinmiyor.
Dedikodular bölünerek çoğalırken asansörün kapısı açıldı. İçinden o çıktı. Bir anda herkesin sesi
kesildi. Ben toplantının dışında ayakta duruyordum. Önce benim yanımdan geçti. Kafasında düz
mavi bir türban vardı. Saçını yine içeride topuz yapmıştı. Sanki birinden dayak yemiş gibi burnunu
çeke çeke boş sandaleye oturdu. Gerginliğe fazla dayanamayıp eve çıktım. Nasıl olsa kapıyı
açtığım zaman konuşmaları duyabilecektim. Tahmin ettiğim gibi, çığlıkların başlaması uzun
sürmedi. Koca apartman bir kadını susturamıyordu. Kadın sanki işkence yapılıyormuş gibi bir
taraftan bağıra bağıra ağlıyor, bir taraftan da tavanla ilgili bişeyler anlatıyordu. “Ben dul bir
kadınııım!” lafını anlayabildim, gerisi yine bulanıktı. Bu sefer birlik olmaktan cesaret alan apartman
sakinleri “Sus!” falan diyorlardı ama kadın yine transa geçmiş gibi kimseyi duymadan sözlü
saldırılarına devam ediyordu. Kapıyı kapattım ve olanlara sevindim. Sonunda gerçekten polis gelip
kadını alıp tımarhaneye tıkacaktı ve biz de sonsuza kadar kurtulacaktık.
Babamı beklerken televizyona bir göz atayım dedim. İronik bir şekilde, televizyonda bir tartışma
programı vardı ve konuşan da “Yeni Taharet” gazetesinin türbanlı editörü Emine Topkapı’ydı. O
da saçlarını içeriden topuz yapmıştı:
-Bütün dünya kuvvetleri birleşse benim bu türbanımı çıkartamaz. Anlıyor musunuz?
O an gözümün önüne o kadının onlarca tank, bazuka, mitralyöz, sniper’la sarılmış hali geldi.
Üzerinde bir sürü kırmızı nokta, vur emrini bekliyor. Tankların birinin üzerinde de dişlerinin
arasında puro tutan bir general:
-Biz dünyanın bütün kuvvetleriyiz! Ya türbanını açarsın ya da sana resmen savaş ilan ederiz!
Sonra daha mantıklı bir şey hayal ettim. Arnold Schwarzenegger Emine’ye arkadan kurt kapanı
yapmış, Jean Claude Van Damme ve Wesley Snipes da kadının türbanını çıkarmaya uğraşıyor.
Sonra böyle bir şeyin olamayacağına sinirlenip kanalı değiştirdim…
Bir saat sonra babam geldi. Ona olan biteni sordum ama beni duymuyor gibiydi. Eliyle kulaklarını
sıvazlıyordu. Ancak sıcak bir neskafenin ardından yarım saat sonra kendine gelebildi. Bize olanları
anlatırken bile hala kulaklarını tutuyordu. Tacizci Malik onuncu katta tavanı akan evi satın almış.
Satıcı bile satmak istememiş daireyi “başına bela açar” diye. Kadın yine de almış ve çok ucuza
kapatmış tabi evi. Aşağıda toplantıda da akan tavanına ağıt yakıyormuş, dolandırıldığından
bahsediyormuş. Ve apartman, yöneticinin itirazına rağmen, para toplayıp kadının tavanını
yaptırma kararı almış. Yönetici buna isyan edip istifa etmiş. Yeni yönetici de Tacizci Malik olmuş.
Kadın resmen ruh hastası olmasının ödülünü almış. Babama “Nasıl böyle bişeyi yaparsınız?” diye
sordum. “Sussun diye yaptık” dedi bana!
II
O günden sonra olaylar iyice garipleşti. Her gün apartmana girip çıkan başka türbanlılar
görüyordum. Hepsi de genç kızlardı ve içlerinde oldukça ateşli görünenleri de vardı. Bizim erkek
milleti bunu beceremez işte, hayal gücünü fazla kullanamaz. Tahrik olması için illa tanga jartiyer
görmesi lazım. Oysa şu masum yüz, şu gözler, dudaklar… Bazıları için üzülüyordum bile.
Güzelliğini saklamak ne demektir ya? Asıl o zaman çarpar Allah seni. Hayır, şu Tacizci Malik gibi
olsan o zaman gir çuvala öyle dolaş. En son bir gün, sokağa dolaşmaya çıkarken apartmanın
girişinde, ışıl ışıl parlayan mavi gözlü bir kız geçti yanımdan. Asansöre binince ben de peşinden
gittim. İçeri girmeye cesaret edemedim, ama göstergeden gittiği katı kontrol ettim. Onuncu kata
gitti. Tahmin ettiğim gibi hepsi Tacizci Malik’in evine gidiyordu.
Sokakta gezerken o kokonayı düşünmekten kendimi alamıyordum. Nasıl böcek gibi ezmeli, ne
yapıp da ortadan kaldırmalı diye planlar kuruyordum. Biriyle kavga ederken arkasından yaklaşıp
kafasına demir sopayla vursam? O zaman da kavga ettiği kişi suçlu duruma düşmemek için beni
ispiyonlardı. Buna benzer bir yığın düşüncenin ardından kendimi tekrar apartmanda buldum.
Posta kutusu doluydu. Anneme İstanbul’daki Fahrigül Teyzem’den bir mektup gelmişti. Zaten
evimize sadece Fahrigül Teyze’den mektup geliyordu. Daima anlatacak sonsuz şeyi olan bir insan
için en ekonomik iletişim aracı mektuptur. Hemen anneme götürüp okumasını istedim. Ne
yazdığını merak ediyordum. Mektup baya ilginçti. Eskiden onların apartmanında oturan bir kadın
şimdi bizim apartmanımıza gelmiş. Gerçekten garip bir tesadüf. Ama mektubun asıl amacı bu
tesadüfü belirtmek değilmiş. “Kadın sağlam değil lütfen dikkatli olun” diyor. Bu sağlam olmayan
kadın bizim manyaktan başkası olamazdı. Annem “Biz zaten dikkatliyiz” konulu bir cevap
mektubu yazdı. Belki de sorun onların apartmanındaydı, çünkü teyzem de bir ara psikiyatriste
gitmişti. Sebebini bilmiyordum…
Tacizci Malik’e apartmanda karşı koyan tek güç Salih Amca, yani apartmanın eski yöneticisiydi. O
da benim gibi asi ruhluydu. İnsanların bağırıp çığırarak gücü ele geçirmesini kendine
yediremeyenlerdendi. Hatta bir kere o yüzden çok büyük kavga oldu. Tacizci bağırdıkça Salih
Amca da bağırdı. Salih Amca bağırdıkça Tacizci desibeli gittikçe yükseltti. Ben yine evdeydim,
çizgi film seyrediyordum. Normalde çığırışlara alışkın olduğum halde, bu sefer birilerinin birilerini
öldürdüğüne emindim. Normal bir insan bu kadar tiz ve güçlü bir ses çıkaramazdı. Ne yazık ki
aşağıya inip bakmak zorundaydım, tabi kulaklarımı pamukla tıkadıktan sonra. Tacizci Malik’i hiç
böyle görmemiştim. Rengi kıpkırmızıydı ve kafasından, kollarından damarlar fışkırıyordu. Bana
arkası dönüktü. O bir elli beşlik kadın, bir yetmiş beşlik Salih Amca karşısında devleşmişti. Günler
önceden kafamda bir plan vardı. Planı uygulamak için en doğru zaman olduğuna karar verdim.
Hızla koşarak Arnold Abi’nin Emine’ye yaptığı gibi, Tacizci Malik’e arkadan kurt kapanı yaptım.
Bir anda inanılmaz bir dirençle karşılaştım. Sırtından kovboyu atmaya çalışan boğa gibi kendini
oradan oraya atıyor, sağı solu tepiyordu, ve neredeyse beni gerçekten sırtından atacaktı.
Kafasındaki topuzu, çok afedersin meme gibi yukarı aşağı hopluyordu. Bir taraftan kontrolü
sağlamaya çalışırken bir taraftan da Salih Amca’ya kömürlüğü işaret ettim. Bir an durakladı, o da
bu kadına bu kadar düşman olmak istemiyordu. Fazla vaktimiz yoktu, neredeyse kurtulacak
gibiydi. Ellerimi acımasızca çimdikliyordu, ellerimin üzerindeki ıslaklığın kan olduğundan
emindim. Tacizci’nin çığlıklarının doruk noktaya ulaştığı bir anda apartmanın bütün ışıkları söndü.
Salih Amca kömürlüğün kapısını açtı. Son bir hamleyle Tacizci’yi içeriye fırlattım, ve üzerine
kapıyı kapattık.
“Polisi ara.” dedim. Benim cebim evde kalmıştı. Çığlıkları biraz azalmıştı ama bu sefer de kapıyı
yumrukluyordu. O da aynı kafa şişirici etkiyi yaratmaya yetiyordu. Salih Amca telefonuna baktı,
“Allah Allah, şarjı bitmiş” dedi. Telefon açmak için yukarı çıkmak zorundaydı. “Sen burda kapıyı
bekle ben gideyim” dedim. Ne de olsa benim yüzümü görmemişti. Tam merdivenlerden çıkarken
durup arkama döndüm: “Kendini hırpala biraz, sana saldırmış gibi yani.”
Yarım saat sonra polis geldi. Yarım saat biz beklemekten yorulmuştuk, kadın kapıyı
yumruklamaktan yorulmamıştı. Ben de tekrar aşağıdaydım. Zaten plan benimdi, orada bulunmak
zorundaydım. Salih Amca rolünü biraz abartıyordu. Anlaşılacak diye çok korktum.
-Ben indiğimde Salih Amca’ya saldırıyordu. Elinden zor kurtardım, sonra da kömürlüğe kapadım.
Kadın çok kötü deli. Apartmanda istediğinize sorabilirsiniz.
Salih Amca abartma işini de abarttı. Sanki dört beş aslanın saldırısına uğramış gibi dağıtmıştı
kendini. Zar zor konuşuyor, iki saniyede bir acıyla inliyor, topallaya topallaya yürüyordu. Polise
beni olaya karıştırmaması için rica ettim. Eğer onlarla birlikte karakola gitseydim Tacizci beni de
görecekti. Açıkçası ondan korkuyordum…
Kimlerden korkarız? Ben insanların içinde en çok travestilerden korkarım. Çünkü hem erkek gibi
güçlü, hem kadın gibi vahşidirler, ama daha da önemlisi hayat onların zaten canına okuduğu için
kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kaybedecek şeyi olmayan insan dünyadaki en tehlikeli insandır.
Peki deliler? Delilerden de aynı ölçüde korkarım, Tacizci Malik’ten korktuğum gibi. İçinde
yaşadığı dünyadan kopmuş bir insandan ne beklenmez ki? Polis ricamı kabul etti, kömürlük
açılmadan önce ben yukarı çıktım. Daha sonra T. Malik ve Salih Amca karakola götürülmüş. Bir
planım daha mükemmel işlemişti. Verilen ifadeleri merak ediyordum. Özellikle T. Malik’in verdiği
ifadeyi çok… çok… çok… merak ediyordum.
III
Çünkü ertesi gün geri geldi. Orada ne söyledi de bir günde çıkarıp evine iade ettiler bilmiyorum.
Kapkaççıları bile bu kadar çabuk salmazlar dışarı. Neden kimse sevabına bu hasta kadına (veya
geri kalan apartman sakinlerine) yardım etmek istemiyordu anlayamıyordum. Geldikten iki gün
sonra tekrar bir kavgasına şahit oldum. Saat akşamüstü beş gibiydi. Aşağıdan sesler geldiği sırada
ben uyumaya çalışıyordum, böylece akşam kalkıp gece geç saatlere kadar ders çalışabilecektim
(üçüncü kez üniversiteye hazırlanıyordum da). Bir daha kavgaya inmeyeceğime yeminli olduğum
halde yine dayanamadım. Yeminimi yine bozdum, çünkü yine özel bir sebebi vardı. Bu seferki
tantana bitmek bilmedi, ve bağırışlara havlamalar karışıyordu. Bunu görmek zorundaydım.
Zorundaydım… Ayağıma terlikleri geçirdim.
Aşağıya inince aklıma gelen o saçma fikrin aslında saçma olmadığını anladım. Evet. Gerçekten de
Tacizci Malik bu sefer teriyer cinsi bir köpekle kavga ediyordu. Allah’tan köpeğin belasını
vermesini istiyordu. Ben hayatımda böyle içten, böyle samimi beddua eden bir kadın görmedim.
Köpek de aynı samimiyetle ona karşılık veriyordu. Tacizci en sonunda -ne yazık ki- kafasını
kaldırdı ve beni gördü. Artık geri kaçamazdım çünkü onun için indiğimi anlardı. Yürümeye devam
edip dışarı çıkmak zorundaydım. Beni gördükten sonra bana yöneldi. Hiç farketmiyormuş,
farkediyorsam bile umursamıyormuş gibi bir tavırla yürümeye devam ettim. Biliyor olabilir miydi?
Ellerimi hemen arkama sakladım. Çimdiklediği yerleri gizliyordum. Onu kömürlüğe yollayanın
ben olduğumu biliyorsa birazdan çok kötü şeyler olacaktı. Kadına en yakın noktaya geldim, bir
saniye sonra yanından geçip gitmiş olacaktım. Hala bana bakıyordu.
“Allah senin de belanı versin! Laf mı dinliyosun sen?” dedi.
“Hayır.” diyip hızlı adımlarla dışarı çıktım. Sokaktan geçen herkes bana bakıyordu. Çünkü
üzerimde boxer ve atlet vardı. Bizim insanımız acaip görgüsüz. İnsan azcık çaktırmadan bakar. Ya
teyze hiç mi donlu erkek görmedin? Evde kocan takım elbiseyle mi yatıyor? Hemen apartman
kapısının yanındaki bakkala girdim. Bakkal amca (ki o kadar sene oradadır ben adını hala
bilmiyorum) müşteri kıtlığı çekiyor olsa gerek, “Buyur güzel kardeşim ne istiyordun?” diye
üzerime atladı. Düşünmek için iki saniyem vardı. Yanımda para yokken ne isteyebilirdim ki?
Hemen sotada sakladığım hazır cevaplardan birini kullandım:
“Abi burada banka varmış?”
Bir Türk nasıl yer sorar? ‘Pardon bana bankanın yerini gösterir misiniz?’ veya ‘Bankanın yerini
biliyor musunuz?’ değil. Abi burda banka varmış, soru işareti. Ne fazla laubali, ne de fazla
yalvaran bir tavır. Yani ‘sana kalmadık, ister tarif et ister etme, çok da umrumdaydı, ben de gider
manava sorarım, hayret bişey’ mesajı verip yeri tarif edenin havalara girip kendini kahraman
sanmasını önleme tavrı.
Bakkal da mı sotada cevap saklıyor, hemen cevabı yapıştırdı:
-Hangi banka?
-En yakın hangisiyse.
-Bak şu köprüyü geçince var bi tane. Hayrola don atlet, çok acele para lazımsa yani…
-Yok abi Allah razı olsun. (Şimdi buradan laf nasıl çevrilir ki?)……(Neyse en iyisi çevirmeyelim)
Sağol abi.
Dışarı çıkıp hızla tekrar içeri girdim. Tacizci gitmişti ama köpek ve bir kadın, büyük ihtimalle
sahibi, oradaydı. Köpek sanki belediye tarafından zehirlenmiş gibi yerde pusmuştu. Kadının da
gözünden yaş geliyordu. Daha fazla öğrenmek istemediğim için yukarı çıktım, ve bu sefer yüzde
bin yemin ettim (ne demekse) bir daha hiç bir kavgaya bakmayacağıma. Eve girmeden önce
asansöre tekrar binip Salih Amca’lara çıktım. Ona Tacizci’nin evine girip çıkan kızları anlattım.
Araştıracağına söz verdi. Gerçekten araştıracak mıydı bilmiyorum, sonuçta o da korkuyordu. Ve
ne yazık ki hiç öğrenemedim. Çünkü ertesi gün öldü…
Tacizci Malik ile Salih Amca’nın arasındaki nefreti en iyi ben biliyordum. Onun ölümünden
Tacizci’nin sorumlu olması gerektiğini de çok iyi biliyordum. Ama imkan yoktu ki. Onun
ölümüyle T. Malik’in arasında bağlantı olamazdı. Buna rağmen Salih Amca’nın hiç de iç açıcı
olmayan ölüm şekliyle birbirlerine duydukları nefretin arasında büyük bir bağ olabilirdi…
Hafta içi her sabah dershaneye gitmek için metroya binerdim. Arada sırada da Salih Amca’yla
karşılaşırdım. Muhabbetim çok yoktu kendisiyle, babamı tanırdı, selamlaşırdık. O saatte metroda
ne işi olurdu bilemem. Emekli adamın ne işi olabilirdi ki? Aslında en meşgul adam emekli adamdır
derler, belki de doğrudur. Normalde o cenabet metro ben tam binerken kapılarını kapatıp kaçardı,
hatta buna alışmıştım. Herhalde güvenlik kamerasından beni gözlüyorlar, turnikeden geçer
geçmez hazırlanıp kaçıyorlar diye düşünmeye başlamıştım. Her zaman olduğu gibi koşa koşa
metroya yetişmeye çalışırken, yan taraftaki tabelada üç sayısını gördüm. Günlerden sonra ilk defa
metroya erken gelmiştim. Açık kapıdan sallana sallana girdim.
Trenin yanındaki tabelada gösterilen sayı trenin kaç dakika sonra kalkacağını söyler. O zamana
kadar metro, kapıları açık bir şekilde yolcuların içeri dolmasını bekler. Tabela “1”i gösterirken
trenin dış kısmında bulunan hoparlörlerden; uzay efekti olsun diye burnu tıkanmış bir kadın
“Dikkat, kapılar kapanacak” anonsunu verir ve gerçekten de bir saniye sonra o kapılar kapanır.
Millet bokunu çıkarmasın diye söylemiyorlar ama, eğer kapılar kapandığında biri kapıların arasında
kalırsa, kapılar otomatik olarak geri açılır. Ben biliyorum çünkü bir kere şahit oldum. Bu sistem
asla aksamaz. Her şeyin aksadığı ülkemizde aksamayan bir sistemin olması tabi ki göz yaşartıcı.
Ama o günkü olay daha da göz yaşartıcıydı.
Trene girdiğimde ilk dikkatimi çeken Tacizci Malik’in mavi türbanını takmış ve saçını aynı şeklide
topuz yapmış bir kadının arkası bana dönük şekilde oturduğuydu. Tabi bu hiçbir şey ifade etmezdi
çünkü o kokonanın kendi arabası vardı. Hani şu “Tahiyyat Motor”un distribütörlüğünü yaptığı,
brandasının üstünde “Bu brandaya dokunanın elleri kırılsın, başından bela eksik olmasın, mekanı
cehennem olsun” yazan Kore malı arabalardan (okunmuş branda aracın promosyonu olmalı).
Aldırış etmeden arkamı dönüp yüzümü kapıya verdim, böylece o üç dakikayı metroya binen
kızları inceleyerek değerlendirebilirdim. Lakin ilk gördüğüm kişi trenin kapısına doğru iki büklüm
gelen Salih Amca oldu. Zavallı adam, yaşlılığından dolayı kambur yürümeseydi boyu çok daha
uzun gözükebilirdi. Gülümsedim, o da gülümsedi. Benim girdiğim kapıdan girecekti. Ama
olmadı…
Çünkü tam girerken tüm kapılar kapandı. Üç dakika dolmadan, anons yapılmadan, öylece
kapanıverdi. Ve geri açılmadı. İşin kötü yanı, kapılar kapanrken Salih Amca’nın yarısı içerideydi.
Kapının kapanırken çıkardığı o hava kaçıran top sesini duyunca geri çekilmeye çalıştı. Kafası ve
sol kolu dirseğinden içeride kaldı. Tabi Salih Amca’nın boynundan daha güçlü olmayan kapı tam
kapanamadı, ama resmen kapanıp onun kafasını koparmaya uğraşıyordu. Böyle bir durumla
karşılaşmayan bilmez. Biri gözünün önünde ölecektir ama yapabileceğin hiçbir şey yoktur. Yine de
“yardım etmeye çalıştım” diyebilmek için bir şeyler yaparsın. Ben de kafasını dışarı itmeye
çalıştım. Tren hareket ediyordu. İtemeyeceğimi anlayınca bu sefer kapıyı açmaya çalıştım. Ama o
yüz bin tane testten geçmiş kapılar inadına açılmıyordu. Sonra biri daha yardıma geldi, bu arada
tren hızlanıyordu. Salih Amca bir taraftan trenle birlikte koşuyor, bir taraftan da sıkılan
boğazından birkaç sözcük çıkarmaya uğraşıyordu. Yüzü morarmaya başladı. İnsanlar bir işe
yarayacakmış gibi makiniste bağırıp seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. İşin garip yanı, makinistin
dikiz aynasından kapıları kontrol edip her şeyin yolunda olduğundan emin olduktan sonra treni
hareket ettirmesi gerekiyordu. Dışarıdan güvenlik görevlileri Salih Amca’ya yetişmeye
çalışıyorlardı. Bir tanesi de trenin dikiz aynasına elini kolunu şuursuzca sallayıp “Dur!” diye
bağırıyordu. Ama tren durmadı, Salih Amca’yı on beş saniye gözümün önünde can çekiştirdikten
sonra tünele girdi, tabi Salih Amca’nın büyük bir kısmının tünelin dışında kalması kaçınılmazdı.
Tünelin duvarına hızla çarpan Salih Amca’nın, kafasının ve sol kolunun vücudundan ayrılmamak
için gösterdiği tepki treni hız tümseğine son sürat girmiş bir araba gibi sarstı. Sonrası ise daha
mide bulandırıcıydı.
Trenin sarsılması henüz bitmeden kopan kafa ve kol içeri düştü. Yapabileceğim bir şey kalmadığı
için gözlerimi kapatıp arkamı döndüm. Tren ancak bir sonraki durakta durabildi. Tüneldeki kanı
temizlemek için gidiş hattını bir gün kapattılar. Salih Amca’nın istasyonda kalan vücudunu ise
gazetede bulanık bir şekilde gördüm. Ama uykularımı katleden asıl görüntü o kafa ve koldu.
Makinist Hanım adamı gördüğünü ama trenin kendi kendine çalıştığını ve durmadığını söylemiş.
Yine de mahkemeye çıkacakmış, kolay kolay hapisten çıkamazmış. Kimse inanmayabilir ama ben
makiniste inanıyordum. Çünkü her zaman mantıklı olana inandım. Bu durumda ise mantıklı olan,
işin içinde bir mantıksızlık olmasıydı. Yine de yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
IV
Harekete geçmeye karar vermemi sağlayan şey ise teyzemden gelen son mektup oldu. Kesinlikle
başkasına gelmiş mektupları okumam, mahremiyete sonsuz saygım vardır. Fakat durum
gerektirdiği zaman bütün prensiplerimi yoksaymasını da bilirim. Metrodaki olaydan iki gün sonra,
evde yalnız başıma ÖSS’ye çalışmaya çalışırken geldi mektup. Postacı kapıyı iki kere çaldı. Bana
üzerinde APS pulu olan bir zarf verip imzamı istedi. Ben evde olmasaydım mektup geri gidecekti,
yani o mektupta benim de hakkım olmalıydı. Ama tabi ki bu o mektubu okumam gerektiği
anlamına gelmezdi. Zaten de mektubu hiç okumayacaktım, eğer mektubu okuyan annemin yüz
ifadesini görmeseydim. Ve tabi ardından babamın yanına salona gidip uzun uzun bir şeyler
mırıldanmasını… Anneme mektupta ne yazdığını sorduğumda bana “Hiçbi şey diil” dediği halde
bütün gece televizyonun karşısında, konusunu bilmediğim o “hiçbi şey” i tartıştılar. Hem olan
biteni bilmemi istemiyorlardı, hem de vıdı vıdı konuşup bana televizyon seyrettirmiyorlardı.
- Olmaz öyle saçma şey, dedi babam.
- Kadın yemin ediyor.
- Olmuş olsa bile bu hiçbi şeyi göstermez.
En sonunda araya girdim:
-Ne olduğunu anlatmicak mısınız bana?
Babam bu sefer bana döndü:
- Salih Amcan tam olarak nası öldü bi daa anlatsana?
- Ya baba kaç kere anlatıcam! Ben unutmaya çalıştıkça siz zorla hatırlatıyosunuz. Mektupta ne
yazdığını söylemeyin, ondan sonra yardım isteyin benden! Hayret bişiy ya!
Kalkıp odama, sözde ders çalışmaya gittim. Fahrigül Teyzem’in yolladığı mektup Salih Amca’yla
ilgiliydi demek ki. Bu da o mektubu okumamı zorunlu hale getirmişti. Elimde kalem, “bu
paragrafta ne anlatılmak isteniyor acaba” türü sorulardan birini seyrederken bir taraftan da
mektuba nasıl ulaşabileceğim konusunda istem dışı beyin fırtınası yapıyordum. Fikirler kendi
kendime kafama geliyordu. Ders çalışmak zorunda olduğumu bildiğim halde kafamı bir türlü
yönlendiremiyordum. O kendi canının istediğini düşünüyor, beni sallamıyordu. Ben de
yapabileceğimin en iyisini yaptım, kendimi yatağa attım.
Kışın ders çalışmak çok kastırır, insan o soğukta titremekle mi uğraşsın, avuçlarını ovuşturmakla
mı uğraşsın, soru çözmekle mi? Yazın ders çalışmak tabi ki daha zordur. Cehennem gibi odada
solaryum gibi bir çalışma ışığının altında yarım saat otursan nefessiz kalır kendini banyoya atarsın.
Üzerinde sadece şort vardır, o da sanadalyeye terle yapışmıştır. Ama en zoru baharları ders
çalışmaktır. 24 saat sokakta gezmek, hiçbir şey yapmasan bir bankta oturup etrafı seyretmek
istersin. Önüne gelene aşık olmak da cabası (caba ne ya?). Arkadaş hava bu kadar müsaitken evde
oturup ders mi çalışılır?
Ertesi gün annem altın mı mücevher mi öyle bir güne gidince ben yine evde yalnız kaldım.
Annemin sokak kapısını kapattığı andan itibaren mektubu arıyor olmama rağmen bir - bir buçuk
saat hiç bir yerde bulamadım. Neyse ki o beni buldu. Tam da ders çalışmamak için bahanem
kalmamıştı. Ne güzel çözüyordum “yazar bu yazıyı yazarken nasıl bir ruh halindeymiş?” sorusunu.
Elimdeki yenmiş elmayı mutfaktaki çöp kovasına atmak için kovanın kapağını açınca içinde
buruşmuş bir kağıt parçası buldum. Beynimdeki çarkları ışık hızıyla çalıştırıp bu kağıt parçasının o
mektuptan başka bir şey olamayacağına kanaat getirdim. Durum gerektirirse prensiplerimi
yoksayacağımı söylemiş miydim? Asla çöpten bir şey almam, özellikle etrafına iğrenç sigara
izmaritleri bulaştıysa…
Çaresizce elimi çöp kovasına sokup kağıdı çıkardım. Kağıdı kovanın kenarına bir iki defa vurup
üzerindeki izmarit ve sigara küllerini silktim. Kağıdı suda yıkamayı düşündüm ama bu kadar
değerli bir şeyi ne yazık ki riske atamazdım. Ben de biraz kolonya ile temizleyip, kuruduktan sonra
kağıdı açtım. Kağıt bir harita method defterin ortasından koparılmış birleşik iki yapraktı. Dört
sayfadan sadece üçünde yazı vardı, dördüncü sayfa boştu. Mektup hala kirli olduğu için mutfakta
okudum…
Artık her şey apaçıktı.
V
Fahrigül Teyzem gazetedeki ölüm haberini okuyunca uyanmış mevzuya. Aklına hemen bizim
apartmana taşınan o “türbanlı kadın” gelmiş. Çünkü o taşınmadan önce onların apartmanında da
bir olay olmuş. Tacizci Malik zamanında o apartmanda da çığırtkanlığıyla ünlüymüş. Yalnız orada
Füsun adında bir manyak kadın daha varmış. Onun manyaklığı sadece kendi küçük kızıyla ettiği
kavgalarla sınırlıymış. Bütün gün evde oturmaktan sapıtmışmış kadıncağız. Neden böyle insanlar
kendilerini tedavi ettirmek istemezler, ya da neden başkaları bu yanlışlığa müdahale etmeye
çalışmaz? Birine iyilik yapmak bu kadar mı kötü bir şey?
İşte bu kadınla T. Malik resmen kavgalıymışlar. Bir gün apartmanın önünde sokakta Tacizci bu
Füsun’a bağırayım demiş. Füsun herkesin içinde Tacizci’nin ağzının ortasına tokadı patlatmış.
Sonra birbirlerine girmişler, T. Malik Füsun’un yüzünü tırnaklarıyla parçalamış. İri yarı adamlar
bile zar zor ayırmış ikisini. Hemen aynı akşam imza toplayıp Tacizci’nin apartmandan
kovulmasına karar vermişler. İşte ne olduysa ertesi gün olmuş. Hikayenin burası biraz korkunç…
Teyzem bir gün önce şahit olduğu kavganın şokunu üzerinden atmaya çalışırken bu sefer de
evinin dışından cam kırılması sesi duymuş. Kapıyı açtığında asansörün camının kırıldığını görmüş.
Karşı komşusu Tacizci Malik (teyzem mektupta “o türbanlı kadın” lafını kullanmış) asansörün
kırılan camından içeri salak salak bakıyormuş. İçeride Füsun denilen o kadınla kızı varmış. Kadın
kan ter içindeymiş, zarzor nefes alıyormuş. “Bende kapalı yer korkusu var” diye sayıklıyormuş.
Teyzem kapıyı tornavidayla açmaya çalışmış ama becerememiş. Tacizci Malik, tesadüfen o kattan
geçen bir çocuğu yukarı kattaki düğmeleri kontrol etmeye yollamış. Çocuk gitmeden önce
elektriklerin kesik olduğunu söylemiş. Teyzem evin ışıklarını kontrol etmiş, gerçekten de
elektrikler kesikmiş. İçerdeki kadın artık ölecek gibi olmuş, nefes almak için kafasını dışarı
çıkartayım demiş. Teyzem “dur yapma” demeye kalmadan nasıl olduysa tam o anda elektrikler
gelmiş. Asansörün aniden yukarı doğru hareket ettiğini farkeden kadın kafasını geri çekmeye
çalışmış ama, ne yazık ki tam çekememiş. Kafası ikiye ayrılmış ve içeride kalan kısım asansörle
birlikte üst katlara gitmiş. Daha fazlasını anlatmak istemiyor ama teyzemin psikiyatriste gitmesinin
sebebi buymuş. Bunu şimdiye kadar bizden saklamıştı. Başka bir ayrıntı da; apartmanda olaya
şahit olan bütün komşular gitmiş psikiyatriste, ama Tacizci bir çığlık bile atmamış. Hiçbir şey
olmamış gibi evine dönmüş.
Sonuç olarak; bu iki kaza arasında bir bağlantı olması gerektiğini düşünüyordu teyzem. Ben ise,
mektubu okuduktan sonra bu işte Tacizci Malik’in parmağı olduğundan emindim. O ana kadar
zar zor zaptettiğim casusluk içgüdüm kontrolü ele geçirdi. İnsanların mahremiyetine sonsuz
saygım vardır… ama en çok ilgimi çeken şey de başkalarının kendi başlarına kaldıklarında ne
yaptıklarıdır. Öyle sapıkça şeyler olmasına gerek yok; insanlar kendilerini kimsenin seyretmediğini
düşündükleri zaman neler yaparlar? İnsanlar gerçek kişiliklerini yalnız kaldıkları zaman ortaya
çıkarırlar. Ben bu düşünceyi komşu kızı üzerinde test etmek için bir gizli kamera bile almıştım.
Ama ne yazık ki sadece bir kere işime yaradı, o da komşu kızında değil. Moron çocukların beynini
yıkayan bir dershaneyi afişe etmek için kullanmıştım o milyarlık cihazı. O da ayrı bir hikaye.
Mektubu buruşturup çöp kovasına geri koymakla başladım işe. En az benim kadar paranoyak olan
annem veya babam çöpü karıştırıp, mektubu alıp almadığımı kontrol edebilirdi. Daha sonra
yatağın altından “gizli eşyaların saklandığı” şifreli bond çantamı çıkardım. Gizli kameram da diğer
gizli eşyalarımla birlikte uzun süredir görev verilmeyi bekliyordu.
Normal şartlar altında bir odaya veya eve kamera yerleştirmenin en iyi yolu sucu veya tüpgazcı
kılığına girmek olabilirdi ama tanındığınız birinin evine kılık değiştirerek ancak komedi dizilerinde
girebilirsiniz. Komedi dizisi dünyasındaki karakterler külliyen embesil oldukları için bir güneş
gözlüğü ve bir bıyıkla sizi anneniz bile tanımaz. Ben gerçek dünyadaydım ve planımı da gerçek
dünya kanunlarını göze alarak hazırlamalıydım. Evde ne yazık ki hiç kek yoktu…
***
Akşam annem bulaşıkları yıkarken ona arkadaşlık etmek için ben de mutfaktaydım. “Epeydir kek
yemiyoruz” dedim.
“Nereden çıktı şimdi kek, aş mı eriyosun?”
Bitirici vuruşumu yaptım: “Derslerin kafama girmesi için tatlı bişeyler yemem gerekiyor.” Artık
annem kek yapmak zorundaydı, yoksa ÖSS’deki başarısızlığımdan direkt o sorumlu tutulacaktı.
***
Tacizci Malik’in kuşlu zili öttü. Heyecan yüzünden ellerimin titremesini engelleyemiyordum.
Yakalanma korkusundan mı yoksa başkasının özel hayatına girmemin verdiği heyecandan mı
titriyordum bilmiyorum, elli yaşında çirkin bir kokonanın hayatına girmek ne kadar heyecanlı
olabilirdi ki? O zaman bu korku olmalıydı. Tacizci kapıyı araladı. Kapı zincirlenmiş olduğu için
tam açılmadı. Beni elimde bir tabak kekle görünce şaşırdı.
“Bunu annem yolladı” dedim. Yalan söylemek de prensiplerime aykırıdır. Ama durum
gerektirdiğinde… falan filan. Kapının zincirini açtı, yüzündeki kızgın artı güvensiz (eşittir
gudubet) ifadeyi bozmadan tabağı aldı. Başını sallayıp (pek “teşekkür ederim” anlamında bir baş
sallama değildi sanırım, daha çok “kafana çarpmadığım için şükret” türü bir baş sallamaydı) kapıyı
kapattı. Kapı kapanır kapanmaz hızla asansörün kapısını açıp içeri daldım ve eve indim. Monitöre
bakmadan önce tuvalete gitmem lazımdı…
Bilgisayarın monitörünü açtığımda boş salonu görüyordum. Odanın boş hali bile yeterince
ürkütücüydü. Paçavra olmaya yüz tutmuş perdeler kapalıydı, içeri tek bir Güneş ışığı fotonu
girmiyordu. Bir de benden daha yaşlı olan iki tane koltuk vardı görüş alanımda. Kamera,
keklerden birinin içine mükemmel bir sanatçılıkla yerleştirilmişti. Aklı başında olan kimse
milyarlık bir aleti kekin içine yerleştirip komşusuna hediye etmez. Her gün bazı insanların girip
çıktığı bu evde bir şeyler döndüğü kesindi ve elde ettiğim görüntülerle yüz tane kamera
alabileceğimi düşünmeseydim böyle çılgınca bir işe asla kalkışmazdım.
Keki tam isteyeceğim bir yere koymuş olan Malik, kameranın bir o yanından bir öbür yanından
geçip duruyordu. Bir süre sonra, yorulmuş olacak, eski koltuklardan birine oturdu. Üzerinde
lacivert takım eşofman vardı. İşin garibi, kafasındaki türban, sanki sokakta insan içindeymiş gibi
yerli yerinde duruyordu. Güneş gözlüklerini yirmi dört saat çıkarmayan Blues Brothers’ı hatırlattı
bana. İlk defa o zaman Tacizci’nin saçı olmadığı için türban taktığını düşündüm. Ama hemen
sonra türbanın içindeki topuzu görünce bu fikrin ne kadar saçma olduğuna karar verdim. Ben
kendi kendime düşünmeye devam ederken, Tacizci aniden ayağa fırladı, kameranın üstüne üstüne
yürümeye başladı. Korkudan o anda bütün vücudumda adrenalin salgılanmıştı ki kadın kameranın
yanından geçip gitti. Tuvalete tekrar gittim.
Elimde bira ve fıstıkla bilgisayarın başına döndüm. Görüntüde hala kimse yoktu. Sesler
duyulmadığı için içeride olan biteni tam olarak anlayamıyordum. Ekranın tekrar şenlenmesi için
fıstıkları yarılamam gerekti. Bu sefer iki kişiydiler. Tacizci biraz önceki koltuğundaydı, diğer
koltukta ise geleceğin Tacizci Malik’lerinden biri oturuyordu. Gözleri yeşil veya mavi gibi bir
renkti. Masum bir yüzü vardı ve yüzünden gördüğüm kadarıyla pürüzsüz bir cilde sahipti. Bir süre
karşılıklı dudaklarını oynattılar. Dudak okuma yeteneğine ne yazık ki sahip olmadığım için
konuşulanlardan bir şey anlamadım. Sonra Tacizci tekrar ayağa kalıp kameraya doğru yürümeye
başladı. Bunu yapmasından nefret ediyordum, her defasında tuvalete gitmem gerekiyordu. Eli
bütün ekranı kaplamıştı. Ekranın hemen önündeki bıçağı alacakmış meğer. Kameranın arkasında
kalan bir yere bıçağı sapladı ve keki kesti. Neyse ki benim milyarlık aletin bulunduğu parça henüz
gitmemişti. Ama gidecekti, ve giderken beni arkada eli boş bırakırsa o zaman mahvolurdum.
Tacizci keki kesti, bir dilim kendisi aldı, bir dilim de misafire ikram etti. Yalnız bu dilim
bizim bildiğimiz dilimlerden değildi. İki üç dilim büyüklüğündeydi, herhalde bütün olarak
alıyorlar, tabaklarında bölerek yiyorlar diye düşündüm. Ama ortada ne tabak vardı, ne bıçak ne de
çatalımsı herhangi bir şey. Diğer kız da Tacizci gibi dev kek dilimini avcunun içinde bir elma gibi
tutuyordu. Dudaklarını tekrar oynatmaya başladılar, bu da bir süre daha sıkılacağımı haber
veriyordu. Hareketsizlikten tutulan boynumu geriye atıp tavanı seyrederken kollarımı da iki yana
açtım. Bir kaç kemiğimin kütürdediğini duyduktan sonra yüzümü tekrar ekrana çevirdim. “Eğer
para kazanırsam daha güçlü mikrofonu olan bir kamera alayım” diye düşünürken kızın elinde kek
olmadığını farkettim. Hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam ediyorlardı. “Keki bu kadar hızlı
yiyebilir mi acaba” konusunda beyin fırtınası yapmaya fırsat kalmadan kekin başına ne geldiğini
öğrendim, çünkü aynısı Tacizci’nin kekine de oldu. Tacizci gözümün önünde üç dilim
büyüklüğündeki kekin tamamını ağzına soktu. “Assiktir!” diye bağırmışım, neyse ki evde kimse
yoktu. Yemin ederim ağzında en ufak bir çiğneme hareketi farkedemedim, sadece yutkunduğunu
gördüm. Yalnızca bu görüntü bile Reality TV’de yüzde yüz iş yapar, en azından kamera paramı
çıkartırdı. “Acaba sevinsem mi ürpersem mi?” diye düşünürken; biraz önce şahit olduğum olayın
kahramanının er geç kekin içindeki kamerayı farkedeceği ve peşime düşeceği aklıma geldi. Sanırım
bir kaçış planı da yapmalıydım. Ama daha sonra…
Çünkü asıl gösteri daha yeni başlıyordu. Ne olduğunu anlayamadan, korktuğumu veya delirdiğimi
düşünmeye fırsat bulamadan... Nasıl tepki göstereceğime karar veremeden. Monitör karşısında
nefes almak haricinde hiçbir fonksiyon gösteremeden. Tacizci Malik gerçek yüzünü gösterdi.
VI
Benim saf bakışlarımın karşısında ayağa kalktı ve genç kızın oturduğu koltuğun önünde dizlerinin
üzerine çöktü. Sonra kızın yüzünü nazikçe okşamaya başladı. Bizi dövmeden önce yüzümüzü
okşayan ilkokul öğretmenimi andırıyordu. Parmaklarını genç kızın yüzündeki bütün delik ve
çıkıntıların üzerinde gezdiriyordu. Bu sırada genç kız, yüzünde hiçbir ifade olmadan, hareketsizce
Tacizci Malik’i seyrediyordu. Tacizci Malik’in eli, kızın sol kulağının üzerinden geçip türbanının
içine girdi. Türbanın içinden kızın saçını okşuyordu. Sol eliyle de kendi türbanını çözmeye
uğraşıyordu. Tacizciyi ilk defa türbansız görecektim, acaba saçları ne renkti? Türbanı tek eliyle zar
zor çözdükten sonra bir hamleyle kafasının üzerindeki örtüyü kaldırdı ve yere attı...
En azından bir konuda yanılmamıştım; Tacizci’nin gerçekten de saçı yoktu. Örtünün altındaki
topuz da her neyse kesinlikle saç değildi. İlk önce kafasının arkasında yumuşak, dev bir salyangoz
kabuğu var sandım. Ama o salyangoz kabuğu sandığım şey Tacizci Malik’in kafasının devamıydı,
bir başka deyişle kafanın kuyruğuydu. Bu kuyruk rulo halinde türbanın içine gizlenmişti. Ben hala
NGC’de belgesel seyreden bir yüz ifadesiyle olaya şahitlik yapıyordum. Tacizci’nin rulo halindeki
“kafa kuyruğu” yavaş yavaş şişmeye başladı. Şiştikçe aynı bir yeni yıl düdüğü gibi açılıyordu. Kısa
bir süre sonra kuyruk tamamen açıldı, artık bir salyangoz kabuğundan çok bir fil hortumuna
benziyordu. Kafasını sağa sola salladıkça hortum, kafayı akordiyon otobüsün arka bölümü gibi
ağır ağır takip ediyordu. Bu esnada Tacizci genç kızın türbanının içindeki sağ elini de hızla yukarı
kaldırdı. Topuzu olmadığı için saçının kısa olduğunu düşündüğüm kızın da hiç saçı yoktu. Ama o
sadece kel bir kızdı. Daha doğrusu onu önden gördüğüm için böyle düşünmüştüm. Tacizci’nin ise
arkası bana dönük olduğu için kafasından sarkan hortumun kara deliğini bile görebiliyordum.
Tacizci ve genç kız bir süre bakıştılar. Kız, belden aşağısını kıpırdatmadan öne doğru eğildi.
Kemikleri sanki elastik maddeden yapılmış gibi vücudu resmen ikiye katlandı. “Demek bu da
normal değilmiş” diye düşünürken kızın kafasının arka kısmını gördüm. Böylece onun normal
olmadığını düşünmek için daha kesin bir sebebim oldu. Kafasının arka kısmında, hentbol topu
büyüklüğünde bir delik vardı. Delikten dışarıya pembemsi bir sıvı damlıyordu. T. Malik vücudunu
hiç kıpırdatmadan kafasını yüz seksen derece geri çevirdi. Yüzünde her zamanki “samimi ve içten
nefret eden” insan ifadesi vardı. Kafasındaki hortum, akrebin kuyruğu gibi havaya kalktı. Demek
ki aslında Tacizci Malik, her ne ise, erkekti. O hortum da o deliğe girecekti, on yaşından büyük her
insan evladı bunu tahmin edebilirdi. Tam kaçınılmazın gerçekleşmesini bekliyordum ki Tacizci’yle
bir an gözgöze geldik. Direkt gözümün içine bakıyordu. O an o kadar korktum ki elini uzatıp
monitörden çıkaracak ve beni boğazımdan yakalayacak sandım. Çok çok acil tuvalete gitmem
gerekiyordu ama ekrandan ayrılamıyordum. Gerçi gidip geldikten sonra olayları kayıttan da
izleyebilirdim ama her şeye canlı tanık olmak istiyordum.
Tacizci gözümün içine baktığına göre kamerayı farketmiş olmalıydı. Avının üzerine saldırmaya
hazır bir kaplan gibi gözlerini kıstı. Bir saniye sonra görüntü kayboldu, ama çok daha kötüsü;
bilgisayarın kasasından yanık kokusu geliyordu. Kasanın deliklerinden; işlemcinin olması gereken
bölgeden dışarı duman çıkmaya başladı. Kasanın arkasına geçip salak gibi deliklerden içeri
üflemeye çalıştım. Tacizci Malik işini yarım bırakıp peşime düşmüş olabilirdi. Bizim evin kapısının
önüne geldiği anda kaçacak yerim kalmayacaktı. Kasanın arkasındaki kabloları aceleyle ikişer üçer
söktüm. En sona yazıcının kablosu kalmıştı ama gerizekalı kablo bir türlü sökülmüyordu. Bırakıp
gitsem ev yanabilirdi, ama biraz daha oyalanırsam Tacizci beni köşeye kıstıracaktı. Gerçi beni
umursamamış da olabilirdi ama kimliğini ortaya çıkaracak bir kamerayı gözardı etmesi neredeyse
imkansızdı. Kabloya bütün gücümle asıldım, koparmak pahasına çıkarmalıydım. Kasa giderek
ısınıyordu. Allah’ın belası kablo çıkmıyordu. En sonunda iki saniye durup düşününce kablonun
vidalarını çıkarmadığım aklıma geldi. Vidaları elimle hızla açıp kabloyu çektim.
Kasayı yangına karşı en güvenli yer olan banyoya götürdüm. Ellerimi yakan sıcağa daha fazla
dayanamayacaktım. Boş küvetin ortasına düşürmeyle karışık bir bırakış yaptım ve hemen geri
döndüm. Banyodan dışarı çıkarken gözümün önüne klozet geldi. Tuvalete gitmem lazımdı ama
gidememiştim. Sokak kapısına doğru depar attım. Kapının deliğinden dışarı baktım; görünürde
kimse yoktu. Ayağıma emektar pabuçlarımı geçirip dışarı fırladım. Asansörün önünden geçerken
farkında olmadan asansörün kat göstergesine bakmışım. Gösterge “4” ü gösteriyordu ve aşağı ok
ışığı yanıyordu. Benim bir saniyelik bakışım bitmeden sayı “3” oldu. Zemin kata uçarak indim.
Apartmanın kapısından çıktığımda özgür olacaktım. Koşarak polise gider her şeyi anlatırdım.
Elimdeki görüntüler bilgisayarla birlikte erimişti ama Tacizci’nin kafasındaki “branda”yı kaldırınca
herkes bana inanacaktı. Sonra onu alıp götüreceklerdi. İfadesini alacaklardı, sonra da “Bir yaratık
bile olsa, suçlu olduğu kanıtlanmadığı sürece suçsuzdur. Anında salın da mümkün olduğu kadar
çok adam öldürsün. En başta da Fuat ve ailesini katletsin” diyerek üç saniyede serbest
bırakacaklardı.
Asansörün göstergesi “1”de durdu. Yukarıdan kapının açıldığını duydum. Bir asansöre baktım, bir
de apartmanın çıkış kapısına. Zilimiz çaldı. Kalbim inanılmaz hızlı atıyordu. Hiç ses çıkarmamaya
çalışıyordum ama nefes alıp verişim bile gürültü gibi geliyordu kendi kulaklarıma. Bir süre
hareketsiz bekledim. Ne yapacağıma karar vermeye çalışırken aniden bizim kattan gelen gürültüyle
sıçradım. Evimizin kapısı kırılmıştı...
VII
Eğer o anda hiçbir şeyi düşünmeden doğruca karakola veya herhangi bir yere gitseydim, yine de
bu işi ucuz atlattım diyebilecektim. Ama ben ne yaptım? Asansörü çağırdım, zemin kata gelince de
bindim. Onuncu katın düğmesine bastım. Asansör yukarı doğru hareket etmeye başladı. O an
zaten paranoyak olan beynim içinde bulunduğu stresten dolayı korkunç komplo teorileri üretmeye
başladı. O kadın da asansörün içinde ölmüştü. Tacizci Malik benim asansörde olduğumu farkettiği
anda bu hayatıma malolabilirdi. Bir anda asansöre bindiğime pişman olmuştum. Ama durmak için
artık çok geçti. Zaten merdivenden çıkacak olsaydım birinci kattan geçerken kesinlikle
farkedilirdim. Kat göstergesi inanılmaz yavaş ilerliyordu. O esnada bir arkadaşım şaka olsun diye
beni arkamdan dürtse kesinlikle korkudan geberirdim.
Asansör nihayet kazasız belasız onuncu kata ulaştı. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Tacizci’nin evinin
kapısı aralıktı. Birkaç santimlik aralıktan evin içine bakıp bir şeyler görmeye çalıştım. İçeride
sadece giriş holündeki ayna, telefon ve birkaç ayakkabı görünüyordu. Kapıyı parmağımla ittirip
biraz daha araladım. Kameranın çektiği salon girdi görüş alanıma. Yine kayda değer bir şey
göremiyordum. Aslında en akıllıca fikir; evimin kapısını sıkıca kapatıp Tacizci’yi içeride
hapsetmekti. En azından polisler gelene kadar bir yere kaçamazdı. Ama ben içeri girmeyi tercih
ettim...
İçeride o genç kızın bulunma olasılığına karşı mümkün olduğu kadar sessiz olmaya çalıştım.
Farkında olmadan elimi ayakkabı bağcıklarıma uzattım, ama sonra ‘gizlice girdiğim bir evde
ayakkabılarımı çıkarmanın’ ne kadar saçma bir fikir olduğunun farkına vardım ve gülümseyip
kendime bir tokat attım. Usulca salona doğu ilerledim. Salondaki masanın üzerinde kekimi
gördüm, içinden kameramı almalıydım. Hala sağlam olabilirdi.
Kekin yanına vardığımda, kel kızın nerede olduğunu öğrenmiş oldum. Oradaydı. Masanın öteki
tarafında yerde sırtüstü yatıyordu. Ölüydü. Pembemsi sümük kıvamında bir birikintinin
üzerindeydi. İşin daha da garibi, kızın kemikleri yok gibiydi. Sanki iğneyle patlatılmış bir şişme
kadındı. Gözleri açıktı, tavanı seyrediyor gibiydi. Bunu yapmak zorundaydım. Kel kafasının
arkasını kendi gözlerimle görmem lazımdı. Ayağımı sağ omzunun altına yerleştirip bütün gücümle
yukarı kaldırdım. Kel kız, pembe sıvının içinde yüzüstü döndü. Doğruydu. Kafasının arkasında o
kocaman delik gerçekten de vardı.
Tam oradan ayrılmak üzereydim ki deliğin içinde bir şey kıpırdadığını farkettim. Ne olduğunu
görmek için cesede bir adım daha yaklaştım ve pembe sümüğün üzerine bastım. Dizlerimin
üzerine çökemedim tabi, yere çömeldim. Deliğe yakından baktım. Kameradan gördüğüm
kadarıyla; yerdeki pembe sümüksü sıvının kaynağı bu delik olmalıydı. Bütün sıvı dışarı aktığı için
delik boşalmıştı, ve içinde hareket eden şey ise... yanılmadığıma eminim.
Deliğin içinde bir embriyo vardı. Birkaç aylık bir insan embriyosu. Doğmamış bir bebeğe göe çok
fazla hareketliydi. Büyük ihtimalle ölmek üzereydi. Minicik kollarını oynatmaya çalışıyor, bir o
yana bir bu yana dönüyordu. Debelenip dururken kafasının arka tarafını gördüm. Kafası bir
kordonla deliğin iç kısmına bağlanmıştı. Bu ürkütücü manzarayı, dayak yemekten aptallaşmış bir
boksör gibi yarı baygın bir halde seyrederken bebek birden gözlerini faltaşı gibi açıp direkt
gözlerimin içine baktı. Bu şok sayesinde daha önce girmiş olduğum şoktan uyandım ve hızla ayağa
kalkıp dışarı koştum. Öyle veya böyle, ortada bir, hatta iki cinayet daha vardı. Asansöre binip
zemin kat düğmesine bastım. Bir an önce bu apartmandan kurtulup normal insanların arasına
karışmak istiyordum. Ondan sonra nereye gideceğimi düşünebilirdim. Bu lanet asansöre de bir
daha kesinlikle binmemeye yemin ettim. Ve bu sefer yeminimi tutacağıma da yemin ettim, tek
istediğim buradan sağ salim çıkmaktı. Gözlerimi kapatmıştım, asansör bir geminin makine dairesi
gibi gürültülü çalışıyordu. İçimden devamlı “hadi.... hadi... hadi...” diyordum. Sonunda asansör
durdu. Kapıyı ittirdim. Ama açılmadı...
VIII
Gözlerimi kat göstergesine çevirdim. “0”ı gösteriyordu. Zemin kattaydım, ama yeterince değil.
Asansör kabini olması gerekenden bir-iki karış yukarıda durmuştu. Işık söndü. Başınıza
gelmesinden korktuğunuz bir şey inadına olunca moraliniz birden sıfıra iner, her şeyin maksatlı
olarak ters gittiğini düşünürsünüz. Ortada çok da kötü bir şey yoktu aslında, sadece asansör
durmuştu, ama ben sanki ölümün eşiğindeymişim gibi lanetler yağdırarak panik içinde kapıyı
tekmelemeye başladım. Her geçen saniye daha da korkuyordum. En sonunda gerileyebildiğim
kadar geriledim ve kapıya çaresizce bütün gücümle omuz attım. Bu sefer de omzumun acısından
bağırmaya başlayacaktım ki asansörün ışığı tekrar yandı. Kabin hareket ediyordu, ama yukarı
doğru. Sustum ve merakla beklemeye başladım. Birinci katta durdu. Durur durmaz hemen kapıya
yüklendim, ama kapı yine açılmadı! O an aklıma gelen ne kadar küfür varsa saydırdım, sinirden
gözlerimden yaşlar geliyordu. Son gücümle asansörün penceresine bir tekme atıp camı
paramparça ettim. Bir iki nefes aldıktan sonra bitkin bir halde aynanın altına çöktüm. Tam
ağlamaya başlayacaktım ki asansörün penceresinin dışında bir karartı gördüm. Hem apartmanın
hem de kabinin ışıkları sönük olduğu için karartının kim olduğunu anlayamadım, sadece tahmin
ettiğim kişi olmaması için dua ettim. Apartmanın ışıkları yandı. Tacizci Malik... Kafasında türbanı,
dışarıdan bana bakıyordu. Ani bir hareket yapmamaya çalışarak yavaşça ayağa kalktım. Ben de
onun gözlerine bakıyordum. Gözleri parlak kahverengiydi. Konuşmuyordu.
Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi “Asansörde kaldım” dedim. Yanıt vermedi. Ben de sustum.
O dışarıda, ben içeride, uzun süre bakıştık. İçerisi çok havasızdı. Kabinin camı kırık olduğu halde
nefes almam giderek zorlaşıyordu, sanki içerideki hava dışarı çekiliyordu. Tacizci’de ne bir hareket
ne de en ufak bir ses vardı. Uzun süredir bağırmayı düşünüyordum, ama birinci kattaydım. Karşı
komşumuz işteydi, çocuğu okuldaydı, bizim ev de zaten boştu. Sesimi kimse duymazdı. Artık
bağıracak kadar nefesim de kalmamıştı. Ne yapmak istediğini tahmin edebiliyordum...
Kapıya yavaşça yaklaştım. Bacaklarımı hafif ayırıp dizlerimi pencerenin iki yanına dayadım.
“Asansörde kaldım” dedim tekrar. “Bana yardım etmiycek misiniz?” Yavaşça nefes aldım. Bütün
gücümle bağırıp apartmanı ayağa kaldıracaktım. Fakat Tacizci yine beklemediğim bir hareket
yaptı. Konuştu. “Seni oradan çıkaracağım.” dedi. Ben şaşkınlığımı üzerimden atamadan üzerime
hamle yaptı ve beni saçlarımdan yakaladı. Benden çok daha güçlü olduğunu farkettim. Kendi
kendime tuzağa düşmeyeceğimi anlamıştı. Kafamı pencereden dışarı çıkarmaya çalışıyordu.
Dizlerimden destek alarak içeride kalmaya uğraşıyordum, dizlerim yetmeyince ellerimi de
pencerenin iki yanına koydum, kapıyı ittirerek kendimi içeride tutmaya çabalıyordum. Etraf
kararmaya başladı, boynumdaki liflerin yırtıldığını hissediyordum, kafam kopacak gibiydi.
Yalvaran ve aynı zamanda haykıran bir ses tonuyla “Yapma!” diye bağırıyordum. Çaresiz, kendimi
yavaş yavaş bıraktım. Kafam pencereden dışarı çıktı. Önce alnım, sonra gözlerim, burnum, ağzım,
çenem, son olarak boynum da dışarıdaydı. Omuzlarım kapıyı zorluyordu. Bir taraftan
debelenirken, bir taraftan da sağ elimle destek almayı bırakıp kolumu dışarı çıkardım. Duyduğum
son sözü “Geber” oldu. İnsanın kendi canı sözkonusu olunca, yapabileceği şeyler akla hayale
sığmaz. Can havliyle Tacizci Malik’in türbanının altındaki topuzu yakaladım. Asansör yukarı
hareket etmeye başladı. Ayaklarım kafama yaklaşıyordu. Avcumun içindeki yumuşak şeyi bütün
gücümle sıkınca Tacizci’nin o bildiğimiz çığlığı kulaklarımı çınlattı. Kabin tekrar durdu, ışıklar bir
anda söndü. Asansör katın yarısına kadar çıkmıştı, kabinde iki büklüm olmuştum. Kafamı elinden
kurtardım, avcunun içinde bir tutam saçım kaldı. Ama o kafasını benim elimden kurtaramadı.
Kolumu kafasıyla birlikte içeri çektim. Tasmalı bir köpek gibi, zorluk çıkarmadan içeri girdi.
Kuduz gibi ağzından salyalar akıyor, acıyla inliyordu. Kafası tamamen kabine girdikten sonra iki
elimle topuzu bütün gücümle sıktım. Topuz hormonlu bir domates gibi patladı ve türban kan
içinde kaldı. Hayatımda duymuş olduğum son ses Tacizci’nin o son çığlığıydı. Kabinin aynası
tuzla buz oldu. Geri kaçmaya çalıştı ama kafası iki elimin arasındaydı. O kendini dışarı çektikçe
ben dizlerimin desteğiyle onu içeride tutuyordum. Kafamı sola çevirdim, kat düğmelerini gördüm.
Son bir haykırışla düğmelerin olduğu panele tekme attım. Kendi sesimi duyamadım. Ayakkabım
üç düğmeye birden basmıştı; altı, yedi ve sekiz. Asansör bu sefer en kararlı haliyle yukarı harekete
geçti. Tacizci’nin boynu asansörün penceresinde ezildi. Ağzını açıp tekrar çığlık attığını gördüm,
ama yine hiçbir ses duyamadım. Kulağımda sadece sabit bir uğultu vardı. Onun çığlığıyla asansör
yine durdu, ışıklar tekrar söndü. Ama artık çok geçti. Çığlık attığı ağzından artık kan geliyordu.
İnsanları bu şeklide öldürmüştü. Makineleri istediği zaman istediği gibi kontrol edebiliyordu.
Kafası vücudundan ayrılmadan asansörü durdumayı başarmıştı, ama boğularak ölecekti. Dili dışarı
sarktı.
Bense her tarafı kapalı o kabinin içinde tam iki saat kaldım. Karanlık olduğu için hiçbir şey
göremeden, sağır olduğum için kendi imdat çığlıklarım dahil hiçbir şey duyamadan, sadece Tacizci
Malik’in kan gelen ağzının kokusuyla iki saat geçirdim. Beni bulduklarını bile hatırlamıyorum.
Gözlerimi hastanede açtım. Annem başımda bekliyordu. Bana bir şeyler söylüyordu, ama ne
dediğini anlamıyordum. Dudak okumayı öğrenmem lazımdı. Olanları herkes çok merak ediyordu.
Polise tamamen gerçeği anlattım. Hiçbir şeyi saklamadım. O yüzden şu anda buradayım, bu
delilerin arasında. Söylediklerimi kanıtlayamamıştım. Kel kızı bulmaları gereken yerde sadece
pembe sıvıdan bir göl bulduklarını söylediler. Aynı şekilde; Tacizci Malik’in sadece kel bir dul
olduğunu ve yaratığa benzeyen hiçbir yanının olmadığını rapor ettiler. En iyisini onlar bilirdi.
Tımarhanenin (nazikçe akıl hastanesi) duvarları arasında düşünmek için bol bol vaktim oldu. Ya
gerçekten sadece deliysem?
Şu sıralar aklımı kurcalayan başka bir şey var. Her gün yollarda karşıma çıkan, yüzleri bile
seçilemeyen kara çarşaflıları düşünüyorum. Görünüşlerinin birbirinden farklı olduğunu bile
bilmediğimiz insanları. Yüzlercesini, binlercesini, milyonlarcasını... Acaba onlar ne saklıyorlar?
Kavanoz
İnsanlar kavanozlarda yaşar. Yaşadıkları bu kavanozları dünyanın tamamı olarak görürler. İçinde
bulunduğu kavanozun hakimi olan insan tüm dünyanın hakimidir, kavanozdaki dışlanmış insanları
da dünyada hiç kimse sevmez onların gözünde. Oysa onlar sadece yanlış kavanozdadırlar. Çoğu
insan, kendi kavanozu dışında başka bir dünya olduğunu, başka kavanozlar bulunduğunu bildiği
halde dışarı çıkmak istemez. Başka dünyaların varlığını kabul etmez. Atmosferden dışarı çıkmış
gibi nefessiz kalacağından korkar. Gerçeklerden korkar, diğer kavanozları farketmekten korkar…
Kavanozlar dünyasında kendi kavanozunun ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu görmekten
korkar.
Tikilerin conconların kendi kavanozları vardır. Zengin işadamlarının kavanozları, köylünün
kavanozu, futbolcunun/taraftarın kavanozu, metalcinin kavanozu, satanistin kavanozu, dindarın
kavanozu, komünistin kavanozu, ülkücünün kavanozu, bilimadamının, satranç oyuncusunun,
siyasinin... Dünyada sonsuz çeşit kavanoz vardır. Bazıları birbirine yakındır, camdan baktığınız
zaman öteki tarafı görebilirsiniz. Ama çoğunu dışarıdan farketmek için zeki olmak gerekir. Zeki
insan, hangi kavanozun içinde olduğunun farkında olan insandır.
Zeki insan, içinde bulunduğu kavanozdan kurtulup diğer kavanozlara tepeden bakabilir. Diğer
kavanozları ziyaret edip içindeki insanların hayat görüşünü kavrayabilir. Daha zeki insan;
kavanozlara tepeden bakarken aslında daha büyük bir kavanozun içinde olduğunun farkına varır
ve o dev kavanozdan da sıyrılmaya çalışır. Daha da zeki insan daha da büyük bir kavanozu
farkeder ve bu böyle sürüp gider.
En zeki insan ise insanların yaşama sebebini öğrenmiştir. Tanrının varlığını veya yokluğunu kesin
olarak bilir. O hiçbir kavanozda değildir, hayatın amacını direkt olarak hayata geçirir. Yaptığı
hiçbir şey boşuna değildir. Her şeyi maksatlı olarak yapar... Böyle bir insan yoktur. Eğer insanlar
kavanozlarından sıyrılabilselerdi dünyada tek bir cinayet işlenmezdi. Taraftarlar takımları aşkına
birbirlerini bıçaklamazlardı, erkekler aldatan sevgililerini doğramazdı, ordular tek bir şehir
yüzünden binlerce insanı katletmezdi, fabrikatörler on dolar kar etmek için zehirli atıklarını
derelere bırakmazdı, gaspçılar iki bilezik için bir kadını öldürmezdi.
Bazı durumlarda işler tersine dönebilir. Bazı insanlar, olanları unutmak için, üzüntüden ölmemek
için, gerçeklerden ölesiye nefret ettiği için, içinde bulunduğu kavanoz ona bol geldiği için, çoğu
zaman kendi bile farkında olmadan kendisini gittikçe daha küçük kavanozlara sokar. En umutsuz
insanın içine girmeye çalıştığı kavanoz o kadar küçüktür ki zavallının kolu bacağı dışarıda kalır.
Ama o buna aldırış etmez. Sadece kafası içeride olsa yeterlidir. Tıpkı dünyanın en sadık köpeği
Sadık gibi...
I
Salonun ışıkları yandı. Sadık eve gelmişti. Elindeki torbada bir şişe şarap vardı. Salonun girişinden
içeri hayranlıkla uzun uzun baktı. Yaprak desenli açık mavi kanepeye ve koltuklara, tavana gömülü
spot ışıklara, mavi koltuklara hiç de uymayan ama hoş bir tezat yaratan kan kırmızısı halıflekse,
antika duvar saatine, elli beş ekran televizyona, televizyonun hemen yanındaki dev gibi boy
aynasına, ahşap yemek masasına... Acaba meşe miydi yoksa söğüt mü? İnsanlar nasıl
anlayabiliyordu bir bakışta ahşabın cinsini? Kendi kendine bir şeyler mırıldanıp güldü.
Salonun içinde, renkli bir gerizemindeki siyah beyaz karakterdi Sadık. Evdeki lüks eşyalarla
üzerindeki ortadirek giysiler birbiriyle hiç uyuşmuyordu. İşportadan alınmış, üzerinde “Nikke”
yazan sahte bir tişört ile ömrünü yıllar önce tamamlamış zombi bir kot pantolon. Yakışıklı birisi
değildi Sadık; görünüşünde “güzel” denilebilecek bir özelliği yoktu. Her gün yolda, otobüslerde,
işyerinde gördüğümüz ama gördüğümüzü farketmediğimiz hareketli arkaplanlardan biriydi sadece.
Kanepenin yanına bir sehpa çekti ve şarap şişesini üzerine koydu. “Bir saniye” dedi ve mutfağa
gitti. Elinde iki kadehle geri geldi. Kadehleri de sehpanın üzerine koyduktan sonra kanepeye
dönüp “Kırmızı” dedi. Tam o sırada telefon çaldı. Yeni numarasını bilen tek bir kişi vardı:
“Naber Aliş? Eee, senden başka bilen var mı numaramı? Daha vermedim kimseye. Anca. Valla
çok iyiyim, çok sağolasın. Allah senden bin kere razı olsun. Hepsi senin sayende kardeşim benim.
Yerinde yerinde, keyfim yerinde. O da iyi, yeni geldik eve, şarap falan, anlarsın ya? He he he, hadi
öptüm canım kardeşim. Yengeye selam söyle. Had...” Telsiz telefonu kapatıp yerine koydu.
Kanepeye oturdu, eline uzaktan kumandayı aldı:
“Televizyon seyredelim mi?” dedi. “Elli beş ekran!” Sonra masum bir ifadeyle “Peki” dedi ve
uzaktan kumandayı yerine bıraktı. “Sen bilirsin” Kadehleri doldurdu.
Kadehlerden birini aldı, sehpanın üstündekiyle tokuşturup “Şerefe!” dedi. Şaraptan bir yudum
aldıktan sonra tekrar yanına dönüp “Sen neden içmiyorsun?” diye sordu.
“Haa anladım, benim içirmemi istiyorsun.” Sehpanın üzerindeki kadehi kendi kafa hizasına kadar
kaldırdı, yana döndü ve şarabı o yükseklikten yavaş yavaş kanepeye boşalttı. “Nasılmış?” dedi.
“Aliş’in tavsiyesi. Çok süper bi adam di mi? Bu mutlu günümde onun da payı var. Bana bileti o
sattı, zorla sattı, kısmet işte, bana nasipmiş.”
Kadehi yerine koydu ve elini kendi yüzünden bir karış öteye götürüp havayı yavaşça okşadı. “Ama
sen” dedi. “Sen dünyanın bütün zenginliklerinden daha önemlisin. Sen benim hayatımın
anlamısın. Sen beni en berbat zamanımda buldun. Eğer sen olmasaydın... büyük ihtimalle şimdiye
kafayı yemiştim...”
Sadık’ın sözünü zil kesti. İsteksizce kalkıp kapıyı açtı. Gelen kapıcıydı. Otuz yaşlarında, uzun
boylu, siyah saçlı, kahverengi gözlüydü. Kapıcıya benzer tek yanı giydiği eski püskü giysilerdi.
Beyaz teniyle bir kapıcıdan çok, kapıcı giysileri içinde bir muhallebi çocuğunu andırıyordu. Böyle
lüks bir apartmana böyle lüks bir kapıcı yakışırdı:
“Bi emrin var mıydı abi, siparişin falan?” Sadık’ın omzunun üzerinden meraklı gözlerle içeriyi
çaktırmadan gözlemeye çalışıyordu. Sehpanın üzerinde iki kadeh vardı. Sadık, kapıcının meraklı
gözlerini farketti. Arkasına dönüp adamın nereye baktığını kontrol etti:
“Taşınmamızı kutluyoruz.”
Kapıcı, kadehlerin bulunduğu sehpeya doğru kararlama bir selam çaktı: “Afiyet olsun yenge”
Sonra tekrar Sadık’a döndü. “Fındık fıstık bişeyler yaptırıyim mı aşağıdan? Ya da beyaz peynir,
meze falan?”
“Yok, sağol” dedi Sadık, sonra kendi yaşlarındaki kapıcının omzuna yavaşça vurdu. “Şarabı sade
severiz. Bişey lazım olursa diyafondan çağırırım. Ha, bu arada adın neydi?”
“Kapıcı.”
Sadık, bu beklenmedik resmi cevap karşısında şaşırdı. “Öyle olsun... Kapıcı. Sana iyi akşamlar...”
Kapıyı kapatıp aceleyle eski yerine oturdu. Işıkları söndürdü. Havaya küçük, tatlı bir öpücük
kondurdu, eline tekrar kumandayı aldı:
“Gerçekten televizyon seyretmek istemiyor musun? Belki o reklama rastlarız. Hani şu bahsettiğim
kız...” bir iki saniye sustu... “Ama yemin ederim sana inanılllmaz benziyor. Gözleri, dudakları,
saçlarının şekli bile. Muhteşem bir kadın bence. İşin komik yanı ne biliyor musun? Aptallar gibi
Selin’in peşinden koştuğum zamanda görmüştüm ilk o reklamı. Umutsuzca hayran olmuştum o
kadına. Böyle mükemmel kadınlar kendilerine sevgili olarak kimi seçer acaba diye düşünür
dururdum. Ben böyle düşünürken sen çıktın karşıma. Enn berbat anımda, mutsuzluktan öleceğim
anda, bütün yaşama isteğimin sıfırlandığı anda. Tam iki yıl koştum o kızın peşinden. İki sene ne
demek biliyor musun?” Başını öne eğdi, şarabından bir yudum daha içti.
“İki yıl boyunca Selin’in beni sevmesini beklemek. Bana bir güzel söz söylemesini, bir teklifimi de
kabul etmesini beklemek. Her sabah uyandığımda yastığımı ıslak bulmak. Allah’ım sadece
sevilmek istiyorum, başka bir şey istemiyorum diye sessizce ağlamak. İstediği her şeyi yaptım. Ona
her şeyimi verdim. Avrupa Birliği’nin kapısında bekler gibi ümitsizce bekledim onu. Hiçbir şeye
isyan etmeden bekledim. Onun bir sevgilisi olduğunu anlayıncaya kadar...” Kadehindeki şarap
bitmişti. Kadehi tekrar doldurdu.
“Daha fazla anlatmak istemiyorum. Onlar kara günlerdi, bunlar mutlu günlerim. Artık sen varsın
ya, başka bir şey istemem. Allah’ından bulsun kaltak.”
Sadık, böyle bir kadının kendisini sevebileceğine hiçbir zaman inanamamıştı. Sevgilisi olmadan
önce kendini hep “klozetteki bir bok” olarak görmüştü. Hiçbir işe yaramadığını, dünyada sadece
yer kapladığını ve diğer insanların havasını tükettiğini düşünmüştü. Ama öyle değildi. Kendisi çok
önemli bir insan olmalıydı. Çünkü böyle bir sevgilisi vardı. Böyle bir kadının hayatındaki en
önemli insan olmak kendine çok büyük güven kazandırmıştı. Yanılmamıştı, o bir bok değil, bir
insandı. İşyerindeki, sokaktaki, tanıdığı, tanımadığı insanların onu aşağılaması, onu küçük görmesi,
ezmesi umrunda bile değildi. Onun gerçek değerini bilen birisi vardı ya. Hem de ne birisi... Kendi
kendine sıkı sıkı sarıldı, gözlerini kapattı.
“Ben, senin sayende benim. Senin sayende güçlüyüm, kararlıyım, girişkenim. Kendime güvenim
var, tuttuğumu koparıyorum. Ama en önemlisi, mutluyum; hayatımın bir anlamı var!”
Gözlerinden akan yaşlar yanaklarında iki sicim oluşturmuştu. Gittikçe ağlamaklı bir ses tonuyla
devam etti:
“Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim... Beni sevecek kadar enayi olduğun için. Bana değer
verecek kadar aptal olduğun için...” Boşluğa ıslak bir öpücük daha kondurdu: “Yalvarırım beni
terketme. Biliyorum çok bencilim ama... Söz ver bana. Hep beni seveceğine, sadece beni
seveceğine...” Kendi saçlarını okşadı “Seni seviyorum” ve uykuya daldı.
Birkaç saat sonra evin kapısı açıldı. İçeriye zayıf bir ışık girdi. Bu, bir el fenerinin ışığıydı. Eve
giren adam elindeki feneri evdeki eşyalar üzerinde tek tek gezdirdi. Etrafı dikkatlice inceledi.
Fenerin ışığı en son Sadık’ın üzerine düştü. Sadık’ı boydan boya dolaştı ve oradan televizyonun
yanındaki aynaya geçti. Aynanın usta bir işçilikle oyulmuş çerçevesi bile çok iyi para ederdi.
Karanlık figür, yumruğunu sıkıp baş parmağını yukarı kaldırdı ve aynaya gösterdi. Sonra dışarı
çıkıp kapıyı kapattı...
Ertesi gün Cumartesi’ydi. Sadık işe gitmek istemiyordu, ve gitmek istemediği zaman işe gitmezdi.
Çünkü o koskoca bir müdür yardımcısıydı. Son aylardaki olağanüstü performansı onu roket gibi
yukarı fırlatmıştı. İşe girdiği zaman üstünde bulunan kişilerin tek tek üzerine çıkmıştı. Çünkü o;
amacından asla sapmazdı. Diğerleri gibi mümkün olduğu kadar az iş yapmaya değil, verilen
görevleri hakkıyla yerine getirmeye uğraşırdı. Çalışmayı seviyordu, işe yaramayı, önemli biri olmayı
seviyordu. Ama diğer çalışanlara da kızamıyordu, zavallıların kendisininki gibi bir ödülü yoktu ki.
İşten çıktıktan sonra sıkıcı evlerine, meymenetsiz karılarına, şımarık sevgililerine gitmek
zorundaydılar. Onları hayata bağlayan, onlara gaz veren, işyerinde düşünüp heyecanlanacakları bir
kadın yoktu ki hayatlarında. Onlar gibi olmayı düşünmek bile ürkütücüydü. Zavallılar...
Saat onda kahvaltı hazırdı, Sadık sessizce mutfağa gidip hazırlamıştı. Kanepeye usulca yaklaştı ve
yastığı bir-iki defa dürttü:
“Sevgiliim... Sana kahvaltı hazırladım.” Cümlesi bitince sanki espri yapmış gibi gülümsedi. Birkaç
saniye sustuktan sonra devam etti:
“Ne zaman yaptın?”
“......”
“Beni niye kaldırmadın?”
“......”
“Peki sen bilirsin”
“......”
“Sen uyu biraz daha ben yapayım kahvaltımı sonra kaldırırım seni”
Sadık o gün evden hiç çıkmadı. Bir ara dostu Ali Gencer (Aliş) aradı, yine hatrını sordu:
“Çok sağol kardeşim. Sayende harikayım. Yok yok bi isteğim. Apartman süper, kapıcısına kadar
hepsi först kılas, he he he. Komşular da idare eder, yalnız şu aşağıdaki kadın... Biraz çatlak galiba.
Kadın tek oturuyo ama gecenin bi yarısı kavga eder gibi bağırışlar geliyo aşağıdan. Yazık, onca
sene yalnız yaşamış, ondan herhal. Hadi, bak yengen de selam söylüyo. Hadi eyvallah kardeşim.”
Telefonu kapattıktan sonra açık televizyonun karşısındaki koltuğa döndü:
“Bu adam da her gün arıyo ya. Allah Allah, niye bu kadar iyi davranıyo ki bana?”
II
Güneş binaların arasında kaybolduğu sırada Sadık keyfinden henüz hiçbir şey kaybetmemişti.
Televizyon açıktı ama salonda kimse yoktu. Sadık içeri ıslık çalarak, elinde bir satranç tahtası ve
bir torbayla girdi. Tahtayı kanepenin tam ortasına koydu. Kanepenin sol tarafına oturdu ve
torbadan çıkardığı satranç taşlarını tahtaya dizmeye başladı. Bir yandan da kendi kendine
mırıldanıyordu. Şahın önündeki piyonu iki kare ileri sürdü. Sonra bekledi. Hiçbir şey olmadı.
Karşısına bakıp “Hadisene” dedi. Yine hiçbir şey olmadı. Sadık’ın yüzündeki gülümseyen ifade
yavaş yavaş kayboluyordu.
“Sevgilim.” dedi. “Dört küsür aydır birlikteyiz. Bazı şeyleri hala anlayamıyorum. Mesela bu.”
Kanepenin üzerinde doğruldu.
“İlk tanıştığımız gün, gece parkta yanıma geldiğin gün, o gün bana satrancı çok sevdiğini
söylemiştin. Ama dört aydır hep bir şekilde kaytardın. Sadece bu da değil. Meselaa... Mesela
arkadaşlarımın çoğuyla hiç konuşmuyorsun. Onlar da seni çoğu zaman görmezden geliyor.
Yoldaki insanlar sen çekilmesen sana çarpacak. Ama daha da garibi...” Bir süre sustu, sonra derin
bir nefes aldı.
“Daha da garibi seni hiç yemek yerken görmedim. Hep tok oluyorsun. Hep evde yemiş de gelmiş
oluyorsun. Bak lütfen yanlış anlama. Sadece... Sadece garibime gidiyor.” Bu sözünden sonra sustu.
Uzun uzun sessizliği dinledi. Sonra mahzunlaştı, başını öne eğdi. Söylediklerinden utanmıştı.
“Özür dilerim” dedi. “Nasıl düşünemedim ki? Tabi ya. Tırnakların. Yeni cilaladın.” Sesi bir anda
tekrar yükseldi: “O zaman sen söyle ben oynıyım. Olmaz mı? Hı?” Kısa bir süre sonra şahın
önündeki siyah piyonu iki kare ileri oynattı. Piyonlar karşı karşıyaydılar. Dipdibeydiler, ama
birbirlerine zarar veremezlerdi. Oyun ilerlerken iki piyon yerlerinden kıpırdamıyor, birbirinin
gözünün içine bakıyordu. En sonunda beyaz piyon gitti. Kısa bir süre sonra da oyun bitti.
Beyazlar kaybetmişti.
Gece olduğunda Sadık bu sefer yatakta uyuyordu. Üzerindeki ince pikeye sıkıca sarılmıştı.
Yüzünde her zamanki mutlu ve (çok daha önemlisi) huzurlu ifade vardı. Ortada dönen olayların,
başına geleceklerin hiçbirinden haberdar değildi. Sokak kapısı açıldı. İçeriye yine bir el feneri girdi.
El feneri ve onu tutan karaltı doğruca yatak odasına gitti. Gölge adam, tuvalet aynasının karşısına
oturdu. Diğer elindeki çantayı masanın üstüne koydu ve açtı. İçinden bir sprey kutusu çıkardı.
Ayağa kalktı, Sadık’ın yanına sessizce yaklaştı ve spreyi yüzüne hafifçe sıktı. Sadık’da pek bir
değişiklik görünmüyordu, sadece yüzündeki gülümseme kayboldu. Bu sırada gölge adam masaya
tekrar oturmuştu. Spreyi çantanın içine bıraktı ve içeriden bu sefer de bir enjektör ve içinde sıvı
olan bir ampul çıkardı. Ampuldeki sıvıyı enjektöre çekti. Aynaya el salladı ve ayağa kalktı. Kapı
eşiğine kadar geldi, elindeki feneri söndürdü ve odanın ışığını yaktı.
Kapıcıya çerçevesiz gözlük çok yakışmıştı. Yatağa oturdu ve Sadık’ın sol bileğinden tutup kolunu
kucağına koydu. Yaptığı iğneye Sadık tepkisiz kaldı. Kapıcı işini bitirdikten sonra ışığı kapattı ve
geldiği gibi gitti.
Ertesi sabah, Sadık’ın dört küsür ay boyunca geçirdiği en berbat sabahtı. Elini yatağın diğer
tarafına uzatır uzatmaz aniden doğruldu. Etrafına baktı. Ayağa fırlayıp koridora gitti, oradan
mutfağa geçti.
“Sevgilim?” Salona baktı, balkona çıktı, tekrar içeri girdi. “Sevgiliiim!” Yatak odasına koştu. Cep
telefonunu aldı, hızla düğmelere bastı ve telefonu kulağına götürdü. Karşısına çıkan bant kaydı
ona acı haberi verdi:
“Aradığınız numara kullanılmamaktadır. The number you have called is not assigned.”
“Ne demek aradığım numara kullanılmamaktadır?!! Ne diyon lan sen!” Üzerine alelacele bir şeyler
giyip dışarı çıktı.
Geceyarısı eve geldiğinde bitkin bir haldeydi. Gözlerinin altı morarmıştı. Üzerini bile
değiştiremedi, sadece ayakkabılarını çıkardı ve koltuğa yığıldı. “Biliyordum” dedi. “Bi gün
olacağını biliyordum.” Kendini tutamayıp küçük çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Nerdesin be?” dedi. “Sen de mi beni bırakıp gittin?” Kelimeler ağzından zar zor çıkıyordu.
Yüzünde gözyaşlarıyla koltukta uyuyakaldı. Yarım saat sonra evin kapısı açıldı. Karanlık kapıcı
koltukta uyuyan Sadık’ın yanına gitti...
III
Ertesi sabah Sadık kolundaki kaşıntıyla uyandı. Gözyaşları gözünde kurumuş olduğu için gözlerini
açmakta zorlandı. Gözlerini açar açmaz ilk iş etrafına bakındı. Gelmemişti. Sonra koluna baktı.
Sol kolunda sinek ısırığı gibi iki küçücük kızarıklık vardı. Sivrisinekler simetrik bir şekilde ısırmış
olmalıydılar. Ama önemi yoktu. Dünyada hiçbir şeyin önemi yoktu. Ağlama işine kaldığı yerden
devam etti. Günlerden Pazartesi’ydi. İşe gitmesi lazımdı...
Onun bu zavallı halini gören patron ona izin verdi. Ama o eve gitmek yerine sokaklarda sevgilisini
aradı. Gittikleri her yere tekrar baktı. Telefonunu sinirden duvara çarpıp kırana kadar onlarca kere
arayıp “Aradığınız numara kullanılmamaktadır” mesajını dinledi. Eve yine gece yarısı gitti...
Ertesi sabah sevgilisini yine bulamadı. Ondan sonraki sabah da bulamadı. Ondan sonraki sekiz
gün boyunca da bulamadı. Her sabah evin farklı yerlerinde uyanıyordu. Tek bulduğu şey, gün
geçtikçe artan, sağ koluna da sıçramış olan minik kızarıklıklardı. Sadık, bu kızarıklıkların iğne izi
olduğunu anlayacak kadar zeki değildi.
Sekizinci sabah içki şişeleri arasında uyandığında artık ağlamıyordu. İnanılmaz kilo kaybetmişti.
Neredeyse hiç yemek yemiyordu. Telefonlara (Ali Gencer’in aradığını biliyordu) cevap
vermiyordu. İşe gitmiyordu. Gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Kapı çaldığında kapıyı açmadı, ama
kapıdakinin gitmeye niyeti yoktu. On beş dakikadan fazla çaldı kapı. Sadık kapıyı açmaya karar
verdikten sonra kapıyı açana kadar bir beş dakika daha geçti. Gelen Ali Gencer’di. Arkadaşını
gören Sadık hiçbir tepki vermeden yerine döndü. Ali Gencer uzun süre konuşmasına nasıl
başlayacağını düşündü.
“Sadık” dedi kendini suçlu hisseden bir ses tonu ve yüz ifadesiyle. “Unut gitsin artık şu kızı.
Demek ki haketmiyomuş seni.” Sadık, Aliş’in yüzüne bakmadan sessizce dinliyordu.
“Hem ne işe yarardı? Varlığıyla yokluğu birdi. Ne bi yemeğini yapar ne bi işini görürdü.” Sadık
aniden gözlerini Ali Gencer’e dikti:
“Onun işi beni sevmekti!” öfkeden hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Soluk alışı yavaşlayınca
konuşmasına devam etti:
“Sen gerçek bir sevgilinin değerini biliyo musun? Ben otuz dört yaşındayım. Hayatım boyunca tek
bir sevgilim olmadı. Hiç kimsenin seni sevmemesi ne demek biliyo musun? Hiçbir kadının, senin
zaman ayrılacak bir insan olduğunu düşünmemesi. Ben bluğ çağıma girdiğimden beri sadece dört
ay boyunca mutlu oldum.” Sonra söyleyecek sözü kalmamış gibi bir anda sustu. “Sonunda
sevgilim de anladı benim sevilecek bi adam olmadığımı.”
“Gel” dedi Ali Gencer. Sadık’ı kolundan tutup aynanın karşısındaki kanepeye oturttu. “Olmuş
bitmiş şeye üzülmeye değmez. Anlatsana nasıl tanıştınız?”
Sadık’ın hatırlamak istediği en son şey sevgilisiyle nasıl tanıştığıydı. Onu bir daha göremeyeceğini
kendisi de kabul etmişti. Güzel günleri hatırlamakla yarasına tuz basmış olacaktı ama... zaten
başka bir şey düşünemiyordu ki...
“Selin’i biliyorsun” diye başladı kısık, bitkin bir sesle. Yere bakarak devam etti: “Bir gece bana
mesaj attı. Onu aramamı istedi, bir şeyler konuşacakmış. Oha dedim, inanılmaz şaşırmıştım. Selin
haftalarca ses vermedikten sonra durduk yere bana mesaj atıyor, artı benimle bir şey konuşmak
istediğini söylüyor. Tam da bininci kez umudumu yitirmişken. Büyük bir heyecanla aradım onu.
Konuşmak istediği şey çok farklıymış. Benimle dargın kalmak istemediğini söylemek istiyormuş.
Ama asıl istediğini daha sonra belli etti. Biz senle arkadaşız, bana seni seviyorum diye mesajlar
atıyorsun, bu ne demek oluyor, bir daha böyle saçma sapan şeyler söyleme tamam mı dedi.
Tamam dedim. Ne deseydim ki? Konuşurken bir yandan da kikir kikir kikirdiyor, ay yapma rahat
dur diyordu yanındaki birine. Sonra güle güle diyip kapattı.”
Salonda bir süre sessizlik oldu. Ali Gencer tam konuşmak için ağzını açmışken Sadık atıldı:
“Bana sevgilim yok demişti tamam mı! Ben sülük değilim. İstenmediğim yerde hiçbi zaman
durmam. İki yıl boyunca bana hep kuyruk salladı. Her günüm onu düşünmekle, onu ümit etmekle
geçmişti. Bir günde her şeyi kestirip attı. O gece parka gidip tek başıma ağladım. Sonra parkta
ağlamayı alışkanlık haline getirdim. Her gece tek başıma bankta oturur, yıldızları seyrederken
zavallılığıma acıyıp hıçkıra hıçkıra ağlardım. Sonra bir gün yanıma bir kız geldi. Yüzünü gördüğüm
zaman gece aniden gündüz oldu. Uğruna her gün ağladığım Selin’i bir saniyede unuttum. Aynı şu
Nivea reklamındaki kıza benziyordu. Gözleri... Gözleri çarpmıştı beni ilk...” Kendisinin ne kadar
ahmak olduğunu düşünerek gülümsedi. “Bana neden ağladığımı sordu. Hiç tanımadığım halde
ona bütün hayat hikayemi anlattım. Karşı evlerden birinde oturuyormuş. Meğer her gün
pencereden seyrediyomuş beni. İlk başta benimle ilgileneceği aklımın ucundan bile geçmedi, öyle
bir kızın benim gibi bir zavallıdan hoşlanması için hiç bir sebep yoktu, ama sonra... söylediklerinin
çok doğru olduğunu farkettim.”
“Neymiş söyledikleri?”
“Benim tanıdığı en duygusal erkek olduğum. Zeki olduğum. Ciddi olduğum, diğer erkekler gibi
kızlara yavşaklık yapmadığım... Bunları ben hiç düşünmemiştim.” Ali Gencer Sadık’a acıdığı için
kahkahasını içine attı. Demek Sadık bunları hiç düşünmemişti. Aliş’in dikkatinin dağıldığından
habersiz Sadık devam etti: “Gerçekten de. Ben iyi bir erkektim ve bunu ilk defa o zaman
farkettim.” Sanki karşısındaki komik bir fıkra anlatmış gibi gülmeye başladı. Acıyla karışık gülen
yüz ifadesini bozmadı:
“Hakan’ın Hertha Berlin’e attığı golü hatırlıyo musun?” Aliş golü hatırladı ama Sadık’ın ne demek
istediğini anlayamadı. Kafasını evet şeklinde salladı ve hikayenin gerisini merakla dinledi.
“Maç Almanya’daydı. Inter bir sıfır gerideydi. İtalya’daki ilk maç sıfır sıfır bitmişti. Doksan dakika
böyle geçti. Hakem düdüğü çaldığı anda Inter elenmiş olacaktı. Bütün Inter’li oyuncular eve
ağlayarak dönecekti. Bütün yedekler, teknik kadro, bütün İtalya. Ama Hakan doksan küsürüncü
dakikada bir gol attı. Tek bir gol. Bütün hüzün bir anda aynı şiddette sevince dönüştü. İtalyanlar
eve ağlayarak değil, mutluluktan şarkı söyleyerek döndü...” Aliş, Sadık’ın anlatmak istediğini
anlamıştı. Sadık ağlamaklı bir tona geçti:
“İşte o kız benim hayatımdaki Hakan Şükür’dü. Tek bir golüyle hayatımı en dipten alıp en tepeye
çıkardı. O gece ağlayarak gittiğim parktan sevniçten uçarak döndüm!”
Ali Gencer bir şeyler söylemek zorundaydı, arkadaşı için çok üzülüyordu:
“Bak” dedi. Sustu. Sonra baştan başladı. “Bak. Demek ki o kızın senin hayatındaki görevi oymuş.
Kimse yeri doldurulamaz değildir be abi. Bak ne güzel hayatın var; süper bi işin var, sağlıklısın. Bi
de bu evi kazandın. İnsanlar ne sıkıntılar çekiyor bunun yarısı kadar bi eve başını sokmak için.
Ama kendini şimdi toparlamazsan hem işinden hem sağlığından olursun. Toparlanman lazım.
Çok daha iyilerini hakediyosun.”
“Daha iyisi yok!” diye ayağa fırladı Sadık. “Sevgilim olmasını istediğim başka birisi yok. Onun gibi
birini tanıdıktan sonra diğer kızların ne kadar boş olduğunu anladım.” Kanepeye yatıp gözlerini
kapadı. “Başka kız istemiyom tamam mı?”
“Öyle bi kız yok Sadık.” Sadık Aliş’in son sözünü duymamış gibiydi. Gözleri kapalıydı. Aliş hiçbir
yere varamadığını anladı ve çekip gitti. O gittikten sonra Sadık gözlerini açtı ve Ali Gencer’in
çıkmış olduğu kapıya düşünceli bir şekilde baktı.
IV
Gece yarısı, bir elinde feneri diğer elinde çantasıyla Kapıcı tekrar ziyarete geldi. Sadık kanepede
yatıyordu. Kapıcı kanepenin hemen yanındaki sehpaya oturdu. Feneri yere bıraktı, çantayı
kucağına aldı. İçinden spreyini çıkarıp Sadık’ın yüzüne doğrulttu. “Bir hafta kaldı” dedi. Spreyin
üstüne bastı, ama Sadık’ı isabet ettiremedi. Çünkü Sadık onun bileğini tutup yukarı kaldırmıştı.
“Hass...” lafını bitiremeden gözünde şimşek çaktı. Yere düştükten sonra ayağa kalkmaya çalışırken
karnının yan tarafına bir tekme yedi. Gözlerini açtığında Sadık’ın karaltısını iki eliyle bir vazoyu
kaldırırken gördü. Sonra gözleri yine kapandı.
Kapıcı gözlerini tekrar açtığı zaman ışıklar yanıyordu. Her şey biraz bulanık görünüyordu. Kendisi
kanepede, Sadık sehpanın üstünde oturuyordu. “Demek gözlük takıyosun.” dedi Sadık elindeki
gözlüğü tutarken “Mına kodumun kapıcısı” Kapıcı yardım istemek için kafasını aynaya çevirdi
ama ayna çok uzaktaydı.
“Bu ne?” diye sordu Sadık şırıngayı göstererek. “Kolumdaki izleri bu iğneler mi yapıyor?” Bir
anda kafasında bir ampul yandı “Sevgilimi de mi siz kaçırdınız?”
“O iğneler senin iyiliğin için Sadık. Biz senin aklını başına getirmeye çalışıyoruz. O hayali
sevgiliden kurtarmaya...” Sadık hırsla elindeki iğneyi Kapıcı’nın boğazına dayadı.
“Demek siz kaçırdınız! Ne istiyosun benden eşşoğleşşek? Ha? Yanına kalacak mı sandın?” İğneyi
yavaş yavaş bastırıyordu. “Söyle nerde? Eğer tek kılına zarar geldiyse...”
“Sadık, lütfen...” Kapıcı konuştukça iğne boğazına batıyordu. “Öyle bir kadın yok. Onu sen
uydurdun, kafandan. Biz seni ondan kurtarmaya çalışıyoruz.” Sadık iğneyi yavaş yavaş geri çekti,
Kapıcı gözlüklerini takıp devam etti.
“Kendi bilinçaltın kendi hayatını kurtarmak için yarattı o kadını. Bu iğneler seni iyileştiriyor. Ama
bir hafta daha devam etmek zorundayız, yoksa bütün çabalar boşa gitmiş olur.”
“Senin bu saçmalıklarına inanacağımı mı sanıyorsun?” Sadık bu sözleri söylerken, sebebini
bilmeden Kapıcı’ya inandığını hissediyordu.
“Saçmalık mı? Saçmalıyor muyum? O zaman söyler misin sevgilin en son ne zaman... Eeee... Bir
eşya taşıdı? Veya en son ne zaman yemek yediğini, bi şey içtiğini gördün?”
Sadık uzun uzun düşündü, Kapıcı haklı olabilir miydi? “Eve taşındığımız gece şarap içtik.”
Kapıcı kanepenin üzerindeki kırmızı şarap lekesini işaret etti: “Şarabı o değil, kanepe içti.” Lekeyi
gören Sadık şok olmuştu. Ne yapacağını, ne diyeceğini, ne düşüneceğini şaşırmıştı: “Bir anda her
şeyi unutup sizin lafınıza nasıl inanabilirim? Hayatımda beni tek bir kişi sevdi. O da yalan mıydı?
O... O...”
“O kim?” dedi Kapıcı. “O kim? Sevgilinin adı ne Sadık?”
Sadık sustu. Düşündü. Aklına bir isim gelmiyordu. Cevap veremedi. Başını öne eğdi. Kapıcı da
Sadık için üzülüyordu:
“İnsanlar iyi hissetmek için bazen kendini kandırır. Biraz düşünseydin sen de anlardın bütün
bunların saçma olduğunu. O kadının neden insan içine çıkmadığını, arkadaşlarınla
konuşmadığını...”
“Aliş!” diye ayağa fırladı Sadık “Aliş onu tanıyor. Onla kaç kere konuştu. Buna ne yalan
uyduracaksın?”
“Seni bize zaten Ali Gencer ihbar etti.” Sadık’ın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. “Bu evi nasıl
kazandın sanıyorsun?”
“Biletten çıktı...?”
“O bileti sana Ali Gencer vermedi mi? Ona da biz verdik. Bu apartman özel vakalar için inşa
edilmiştir. Her katında çok özel bir hasta yaşar. Onları odalardaki dev aynalardan seyrederiz,
yakında da kamera sistemine geçicez inşallah. Sen bizim için çok özel birisin Sadık. Bir sürü insan
seni seyrediyor, seninle yatıp seninle kalkıyor. Lütfen uyan artık. Gerçek dünyaya gel. Bu rüyada
daha ne kadar yaşayabilirsin? Ara bakalım Aliş’i ne diyecek.”
Sadık hiç tereddüt etmeden ayağa kalkıp telsiz telefonu eline aldı. Numaraları tuşladıktan sonra
kısa bir süre bekledi. “Aliş benim sevgilim yok mu? Doğruyu söyle, eğer benim dostumsan
doğruyu söyle. Beni sen mi ihbar ettin? O kızı gördün sen de, söyle görmedin mi? Numara mı
yapıyodun söyle...” Aliş’in söylediklerini uzun uzun dinledi Sadık. En sonunda üzgün bir şekilde
başını salladı. “Tamam. Yaparım.” dedi ve telefonu kapattı. Yavaşça sehpanın üzerine oturdu.
Konuşmuyordu, yeri seyrediyordu. Kapıcı ise kendinden emin bir şekilde çantayı kucağına almış,
ampuldeki ilacı şırıngaya çekiyordu.
“Takma kafana” dedi. “En azından artık gerçekleri biliyorsun. Kolunu uzat.” Sadık kafasını
kaldırmadan kolunu öne uzattı.
“Sevgiliymiş, karıymış, kızmış, bunlar boş işler.” Sadık, gözlerini Kapıcı’nın gözlerinden
ayırmadan dinliyordu. “Her şey olacağına varır. Nasılsa bi hatun bulup evleneceksin, acelen ne?”
Enjektörü yukarı kaldırıp altından hafifçe bastırdı, iğnenin ucundan birkaç damla su gibi şeffaf bir
sıvı aktı. “Kadın milleti böyle hasta eder işte adamı.” İğneyi Sadık’ın koluna yöneltti. “Eee, ne dedi
Aliş sana?” İğne Sadık’ın koluna dokundu.
Ama giremedi, çünkü Sadık ani bir hamleyle enjektörü Kapıcı’nın elinden kaptı. “Onlara sakın
inanma, kızı onlar kaçırdı dedi” iğneyi bir hançer gibi Kapıcı’nın bacağına sapladı. Kapıcı acıyla
bağırırken yüzüne doğrultulan spreyi gördü...
V
Saat gece dörde gelmek üzereydi. Sadık, yataktan daha sık yattığı kanepede uyuyordu. Sokak
kapısının önüne yemek masası dayanmıştı ve masanın ağırlığını arttırmak için üzerine bir koltuk
konmuştu. Saatin gongu dört kere çaldı. Sadık bu sese uyandı. Yatakta doğruldu. Neden
uyandığının farkında değildi. Sabah oldu sanıyordu. Sersem gibi yarı açık gözlerle esneyerek
etrafına bakındı. Gözü kanepenin yanındaki koltuğa takıldı; masanın üzerindeki koltuğun eşi olan
koltuğa. Bütün gücünü kullanıp gözlerini tamamen açtı. Gördüklerine inanamıyordu. Sanki
başından aşağı buz gibi su dökülmüştü.
“Sevgilim?” Gördüğünün hayal olup olmadığını anlamak için koltuğa yaklaştı. Boşluğa dokundu.
Sonra ayağa fırlayıp kendi kendine sıkı sıkı sarıldı. “İnanamıyorum, İNANAMIYORUM
döndün!”
“......”
“Beni artık sevmiyosun sanmıştım.”
“......”
“Biliyorum, buraya da geldiler. Bi tanesini yakaladım. Beni kandırmaya çalıştı ama yemedim. Sana
zarar vermediler di mi? Nasıl kaçtın ellerinden?”
“......”
“Kendi spreyiyle bayılttım. Sonra karakola götürdüm. Yarın da ifademi alcaklarmış. Sen de
gelsene.”
“......”
“Peki, sen bilirsin. Yorgunsun tabi.” Kendine bir kez daha sarıldı, kendi omzunu öptü.
Gözlerinden yaş geliyordu.
Kendini toparlayıp müzik setinin yanına gitti. “Senin geleceğin gün için bu CD’yi hep teybin
içinde tuttum. Geri geldiğin zaman çalmak için.” Teybin ‘play’ tuşuna bastı. “Bizim şarkımız.”
Elini ileri uzattı. Kollarını bel hizasında birleştirip Cardigans’ın “Celia Inside” şarkısıyla yavaş
yavaş sallanmaya başladı. (You don’t want the Sun to shine in...) Ağzı gülüyordu ama gözleri
ağlıyordu. (So you... turn the curtains down...) “Seni seviyorum” diye fısıldadı.
O transa geçmiş bir halde dans ederken televizyonun yanındaki ayna hareket etmeye başladı.
Sadık, aynadan gelen sesleri duymuyordu. En sonunda dev ayna, bir kapı gibi açıldı. Doktor
Kapıcı elinde çantasıyla topallayarak içeri girdi. Ayna kapı tekrar kapandı. Sadık, arkası dönük
olduğu için olanların farkında değildi. Kapıcı, masanın üstüne çantasını koyup açtı. İğnesini eline
aldı. Enjektörün içi bu sefer önceden doldurulmuştu. Diğer eline spreyi alıp Sadık’ın yanına
yavaşça yaklaştı.
“Bir daha hiç terketme beni olur mu?” Sadık’ın yanağı kendi omzundaydı. Doğru düzgün dans
etmeyi bilmediği her halinden belliydi. Kapıcı, elinde spreyle Sadık’ın hareketlerini seyrediyordu.
“Sen benim bu dünyadaki tek değerli varlığımsın. Söz veriyorum, seni mutlu etmek için her şeyi
yapıcam. Yeter ki gitme.” Sevgilisi onu yine terketmiş gibi ağlamaya başladı. “Lütfen gitme...”
Kapıcı hala elinde sprey ve enjektörle bekliyordu. Uzun uzun düşündü. En sonunda geri döndü.
Eşyalarını çantasına tıkıştırdı. Çantayı eline alıp aynanın yanına gitti. Aynaya bir süre tepki
vermeden baktı. Kararını vermişti. Başını sağa sola salladı. Ayna kendi kendine açıldı. Kapıcı
gitti...
Dünyadaki bütün insanlar; Türkler, Çinliler, siyahlar, beyazlar, Afrika’nın bilmemne kabilesindeki
donla gezen yerliler, dünyanın en büyük metropollerindeki iş adamları, hepsi tek bir amaç için
yaşarlar: mutlu olmak. Eğer mutlu olmanın tek yolu kavanozda yaşamaksa, belki de orada
kalmaları onlar için en iyisidir.
“Sana bi şey sorucam ama kızma” dedi Sadık sevgilisinin kollarında dans ederken.
“Senin adın neydi?”
Eskici
Çocuk süt içmeyi sevmez. Arkadaşıyla birlikte lego oynamakla meşguldür. Annesinin
ağzına dayadığı sütü elinin tersiyle iter, kafasını yana çevirir. Anne sinirlenir. Ona yıllarca
bakmıştır, büyütmüştür, boklu bezlerini yıkamıştır. Karşılığında oğlu beş saniyesini ayırıp da
sütünü içmeye tenezzül etmiyordur. Şu çocuklar ne kadar da nankördür. Anne önce çocuğun
“sidik yarışı” merakını kullanır: “Bak, arkadaşın süt içmeyi çok seviyormuş, her gün sütünü
içermiş, di mi Abdullah?” “Övöt töyzö!”
Bu yöntem işe yaramayınca anne bu sefer de oğlunun “paylaşmaktan nefret etme”
özelliğini kullanıp çocuğun tapulu malı olan sütü arkadaşına ikram etmekle tehdit eder: “O zaman
ben de Abdullah’a veririm. Apocuuum, iç bakıyım oğlumun sütünü.” Çocuktan yine bir tepki
gelmez. Anne, sütü Abdullah’ın elinden zar zor kurtardıktan sonra sinirlenmeye başlamıştır, sert
oynamaya karar verir. Anne bilmez ki çocuk; sütü kaynar bir içecek olduğunu sandığı için içmek
istemez. Küçük bir hayvanı öldürebilecek sıcaklıktaki sütü anne bilerek soğutmamıştır, çünkü
nereden öğrendiğini hatırlamamakla birlikte, soğuyan sütün vitamininin “kaçacağına” inanır. Bu
vitamin nereye kaçar, atmosfere mi karışır, difüzyonla dağılmaya mı uğrar, onları hiç merak etmez.
Annenin yardımına sokaktan geçen eskicinin bilinmeyen bir dilde söylediği savaş çığlığı
koşar:
“İeeskileralırımeskiciyyyya!”
Anne: “Bak! Eskici geldi işte! Sütünü içmediğini öğrenmiş. Çabuk iç sütünü, vallahi götürür sonra
seni” diyerek kendi oğlunu, hem de yalan yere yemin ederek ölümle tehdit eder. O yaşta annesinin
ve babasının her söylediğine inanan çocuk ise büyük bir korkuyla sütü kafasına diker. Önce elleri
yanar çocuğun, sonra ağzı ve dili. Sütü yuttuktan sonra da yemek borusundaki acıyı hisseder. Ama
en azından eskiciden kurtulmuştur. Nasıl bir istihbarat teşkilatı vardır ki eskicinin, sütünü içmeyen
çocukları hemen teşhis etsin? Acaba evden birisi mi gammazlıyordur çocuğu, veya evi seyreden
meraklı bir komşu? Peki devlet mi görevlendirmiştir eskiciyi: “Git, ne kadar sütünü içmeyen,
uyumayan çocuk varsa getir. Madem büyümeye niyetleri yok, şimdiden imha edelim de arı ırkı
yaratalım” diye?
Çocuk, uzun bir süre eskiciyi sadece “çocuk toplayan adam” olarak bilecektir. Ne kadar büyürse
büyüsün ondan hep korkacaktır. Koskoca bir işadamı olduğunda bile eskicinin sesini duyunca
irkilecektir. Ama olsun, sütünü içmiştir. Çocuğun psikolojisinin bozulduğuna değmiştir.
Eskici ise, pencerenin dışında, bütün bu konuşulan komplo teorilerinden habersiz sokakta
gezmektedir. Dört bisiklet tekeri üzerinde giden tezgahını azimle itmektedir. Apartmanın
pencerelerinden seslenen kadınlara, eski eşyalar karşılığında plastik kova, leğen, mandal, lavabo
pompası... arabasında ne varsa verir.
Üç bölüme ayrılmıştır arabası. Üstteki tezgahta; kenarlarda takas aracı olmak üzere arabaya özenle
yerleştirilmiş naylon eşyalar, ortada ise evlerden aldığı eskiler, bozuk çamaşır makineleri,
buzdolapları, ütüler, parçalanmış elbise dolapları bulunur. Eşya seçmez eskici, hanımlar ona ne
verirse versin, yaylı kantarında tarttıktan sonra uygun karşılığını vererek hurdayı alır. Eskicinin
dünyasında öncelikli olan ağırlıktır. Onun için eski bir lavabo, bir bilgisayardan birkaç mandal
daha değerlidir. Arabanın üçüncü bölmesi ise alt kısımdadır.
Eskicinin gün boyunca takip ettiği bir parkuru vardır. Sokakların arasında dev bir tur atıp evine
döner. Ama her gün farklı yönden tamamlar parkurunu; bir gün düz, bir gün ters. Böylece sabah
erken saatlerde önünden geçtiği evlerde uyanmamış kadınlar varsa, ertesi gün aynı evlerden
akşamüstü geçip kadınları uyanık yakalar, bu sayede parkurundan maksimum verim almış olur.
Akşam olduğunda fakirhanesine gelmiştir eskici. Kasabanın dışında, gecekondu-kulübe arası bir
evde yaşar. Önce evin arkasındaki boş alana gidip o gün takasta kazandığı eski eşyaları yığar.
Daha sonra arabasının tekerleklerini kontrol eder. Kasabanın taşlı topraklı yolları, tekerleklerin
sabrını epey zorlamıştır. Lastikte veya tekerde herhangi bir sorun varsa, orada bulunan aletleriyle
gerekli tamiratı yapar. Evin dışındaki işi artık bitmiştir.
Arabasının sığacağı şekilde sonradan genişletilmiş kapısını açar ve arabasıyla birlikte içeri girer.
Evde onu bekleyen kimse yoktur. Ayakkabılarını çıkarır, lavaboya gidip elini yüzünü yıkar.
Perdeleri henüz açmaz, çünkü önce yemek yemesi lazımdır. Tek odalı evinin mutfak köşesindeki
dolapların birinden kocaman bir kazan çıkarır ve ocağın üstüne koyar. Kendisi tarafından kazana
sonradan eklenmiş parçaların yardımıyla kazanı ocağa tutturur, yerinden oynamasın diye vidalarını
iyice sıkar. Sonra bir şişe fındık yağının tamamını kazana boşaltır. Ocağı yakar.
Ocak kısık ateşte kazanı ısıtırken, eskici arabasının üçüncü bölmesini açar. İçinden dört yaşında
bir erkek çocuk çıkarır. Çocuk baygındır, veya uyuyordur. Çocuğu görünce kendi boğazını tutar.
Gün boyunca çocuğun sesini bastırmak için ne kadar bağırması gerektiğini hatırlamıştır. Ocağın
üzerindeki dolaptan boğaz pastilini çıkarır ve ağzına bir tane atıp kutuyu yerine koyar. Sonra işine
geri döner. Çocuğun giysilerini özenle çıkarır. Artık uyanmasını sağlamak zorundadır. Çocuğu
ocağın yanına getirir ve bir iki tokat atar. Çocuk kendine gelince sakalla kaplı suratı, kapkara
gözleri, paçavradan giysileri ve kesif ter kokusuyla eskici amcayı görür. Eskici amcayı ilk olarak
sokakta görmüştür. Ona arabasının altına bir top kaçtığını, kendisinin oraya girmek için çok büyük
olduğunu söylemiş ve çocuktan yardım istemiştir. Çocuk da topu almak için “üçüncü bölme”ye
girince bölmenin kapağı kapanmıştır. Çocuk uzun süre ağlayıp sızlamıştır ama sesini kimseye
duyuramamıştır. En sonunda da sıcaktan bayılmıştır.
Karşısında eskiciyi gören çocuk tekrar başlar ağlamaya. Bu sefer eskicinin bağırıp çocuğun sesini
bastırması gereksizdir, çünkü etrafta çocuğu duyacak kimsecikler yoktur. Güçlü kollarıyla çocuğu
belinden kavrayıp yukarı kaldırır, kazanın üzerine götürür. Kızgın yağın sıcaklığını daha
havadayken hisseden çocuk, dört yaşında olmasına rağmen başına geleceklerin farkına varmıştır...
Eskici tam bir deneme yanılma uzmanıdır. Kurulacak ideal tuzağı, ocağa tutturulan kazanı, fındık
yağını hep deneyerek bulmuştur. “Bugün sütünü içtin mi?” diye sorar. Çocuk “hayır” anlamında
başını sağa sola sallar. Eskici çocuğu kazana bırakır. Kızgın fındık yağının içine düşen çocuk,
normal bir insanın çıkaramayacağı tizlikte haykırır. Bu işi defalarca yapmış olmasına rağmen, yine
de bu duyma sınırını zorlayan ses karşısında eskicinin tüyleri diken diken olur. Çocuk ilk olarak
aşırı sıcağın etkisiyle gözleri aktığı için kör olur ve saçları tamamen erir. Beş-altı saniyelik canıyla
çığlıklar atarak kazanın içinde debelenir, ama kazan devrilmez.
Kazanı ocağa tutturmak için sonradan eklediği parçayı da yaşadığı bir tecrübe sonrasında
geliştirmiştir. İri çocuklardan bir tanesi, kazanın içinde ölmemekte direnmiş, üstüne üstlük
çırpınırken kazanı devirmiştir. Halının üzerinde, üstünden araba geçmiş bir köpek gibi inlerken,
eskiciye doğru emekleyip ondan yardım etmesi için yalvarmıştır. Rengi koyu kahve olmuş, saçları,
gözleri ve dudakları erimiş, yürüyen tombul bir et yığınına benzeyen hali eskiciyi çok
korkutmuştur. Eline rastgele geçen satırı çocuğa rastgele bir şekilde indirmiştir. Sırtına gelen satır
çocuğu yere yıkmıştır. Eskici satırı geri çektikten sonra çocuk yattığı yerden, dudakları olmadan
“Anne!” diye inlemeye devam etmektedir. Satırı iki eliyle kavrayan eskici, bu sefer çocuğun
kafatasına inmiştir. Sıcaktan zaten erimiş olan kafa çaprazdan ikiye ayrılmış, iri çocuğun beyni
dışarı akmıştır. Kafa, bu haliyle insan kafasından çok içinden kokoreç çıkan kesmece bir karpuza
benzemiştir. Eskici, çocuğun kalan parçalarını iri bir kaşıkla temizlemek zorunda kalmıştır.
Çocukların pişerken uyanık olması gerektiğini de deneyerek öğrenmiştir. Kendisi sebebini
bilmemektedir ama çocuk pişerken uyanık olunca eti eskiciye daha lezzetli gelmektedir. İşin esası,
bilinci yerinde olan çocuk kızgın yağa atıldığı zaman tüm vücuduna yüklü miktarda adrenalin
salgılanmaktadır. Bu da eti –eskiciye göre- daha lezzetli yapar.
Eskici aslında yamyam değildir. Normal insanlardan tek farkı; insan etinin tadına bakmış
olmasıdır. İnsanoğlunun alışkanlıklarındaki en önemli faktör “deneme”dir. Normal insanların (ne
demekse) tiksindiği çoğu şeye bağımlı olmak, aslında sadece bir kere denemeye bakmaktadır. Nar
gibi kızarmış bir bacağın yanında rakı içmeyi sever eskici. Ama bunu deneyerek bulmamıştır, rakı
zaten her şeyin yanında iyi gider.
Yemeğini bitiren eskici, yemek artıklarını çöpe atamaz. Çöpte bulunan bir bacak kemiğinin şüphe
uyandıracağından korkar. Üzerinde yer yer et parçaları bulunan kemiği dışarıya, evin arkasına
götürür. Orada bulunan hurdaları birer birer kaldırıp toprağa ulaşır. Evin arka duvarına dayanmış
olan küreğini alıp toprağı bir güzel kazar. Kazı çalışmaları sırasında birkaç minik kemik ve
kurukafayla karşılaşır. Bacağı açtığı çukura attıktan sonra çukuru güzelce kapatıp hurdaları yerine
koyar. Böylece kemiğin üzerindeki et parçalarını topraktaki kurtlar yer ve doğadan alınan doğaya
iade edilmiş olur. Bu işi her gün yapmak eskiciye zor gelmektedir ama bağımlısı olduğu taze eti
yiyebilmek için buna katlanmaya razıdır.
Bir şeyi daha deneyerek bulmuştur eskici. Pişen çocuğun midesinde süt varsa, o süt kaybolmaz,
yüksek ısıda ete karışır. Bu da etin tadını bozar, bebek maması gibi yapar. O yüzden eskici, sadece
sütünü içmeyen çocukları yer...
|