Mor Menekşe




Download 0.64 Mb.
Pdf ko'rish
bet4/13
Sana27.10.2022
Hajmi0.64 Mb.
#28242
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   13
Bog'liq
cukulatalar

Fenasi Kerim
“ÜÇ KİŞİLER! İHSAN DAL, FABRİKA İŞÇİSİ, PERİHAN TOPRAK, İŞSİZ, SAKIP 
TOPRAK, KARDEŞİ, O DA İŞSİZ! G…..GÜZELYALI’DA LÜKS Bİ EVDE KALIYOLAR!
…………………….SSSÜMBÜL APARTMANI! YETMEZ Mİ?!”
Pis ispiyoncu… Oysa yarım saat önce kapı gibiydi, dimdik ayaktaydı Avukatımı görmeden tek 
kelime etmiyorum derken.
“Yalan söylüyosan…”
“ALLAH BİN TÜRLÜ BELAMI VERSİN! ANAMI BABAMI Bİ DAA GÖREMİYİM!”
“Haklısın, eğer yalansa Allah belanı verecek, anneni babanı da bir daha göremiyceksin.”
Bir de şimdiki haline bakın. Beli iki büklüm, sol gözü morarmaktan öte kararmış ve ceviz kadar, 
ne cevizi elma kadar, tamam tamam iri bir kayısı kadar şişmişti. Elbiseleri paramparçaydı, 
parçalanmış kumaş kana bulanmıştı, omo değil ariel beşli kolormatik sistem gelse çıkaramazdı 
kanı kumaştan. Burnundansa artık kan gelmiyordu; üst dudağıyla burnu arasında kurumuş kan 
lekesi vardı. Apollo’dan dayak yemiş Rocky bile kıskançıktan çatlardı bu insan evladının halini 
görseydi.
Zavallı Hamit, nerede olduğunu bilmiyordu. İçerisi onun gibi giyinmiş birine göre buz gibiydi. 
Odadaki tek ışık, tavandan aşağıya, kafa hizasına kadar sarkan kuvvetli bir lambaydı. 
Sorgulanırken lamba direkt olarak yüzüne doğrultulduğu için etrafındakilerin yüzü görünmüyordu. 
Solaryum etkisi yapan lamba yüzünden vücudu donarken kafası yanıyordu. Az kalmıştı, bülbül 
gibi şakıdığına göre acı (en azından şimdilik) bitecekti. Patronla karşılaştığında çekeceği acıyı 
düşünmeye hali bile yoktu.
Odanın uzak bir köşesinden, derinden bir ses “Tamam” dedi ve aynı köşede kapı büyüklüğünde 
ışık belirdi. Gölge adam duvardaki ışığın içine girdi ve merdivenlerden yukarı çıktı. Daha sonra 
Hamit’e birkaç masum soru sormuş olan iki adam, kollarına girerek odayı güneş gibi aydınlatan 
kapı eşiğinden geçip gölge adamın peşi sıra yukarı çıktı.
Demir parmaklıkları görmek ona hiç bu kadar huzur vermemişti. Hücrenin kapısı açıldı. Az önce 
kafasında cop kırmış olan el, onu gayet nazik bir şekilde içeri itti. Kapı tekrar kapandığında ise 
artık güvendeydi. Yumuşacık bir yatağı ve özenle hazırlanıp ayağına kadar getirilen yemeği vardı. 
Arkasını dönüp sağlam kalan gözüyle kendisini getirenlere bakmaya çalıştı. Tabi ki 
üniformalıydılar. Biri kısa boylu, pos bıyıklı babacan bir tipti. Onu yolda görse, torunlarıyla 
kovboyculuk oynamaya giden, elleri sadece okşamaya ve çikolata vermeye yarayan tonton bir dede 
sanardı. Diğeri ise uzun boylu, genç bir tipti. Kendisinden çok daha genç. Elin bebesinden dayak 
mı yemişti? 
“Çok uğraştırdı pezevengin çocuğu.” Genç polis bir taraftan kanlı ellerini yıkarken bir taraftan 
yanındakine laf yetiştiriyordu. İçinde büyük bir rahatlama vardı. Şiddetten nefret ediyordu, onu bu 
kadar çok şiddete zorlayanlardan daha çok nefret ediyordu. O doğru olanı yaptığını düşünüyordu. 
Kötüye iyilik yaparak bir yere varılamazdı. Kural tanımayana kural tanımak olmazdı. Masum 
insanları korumak için birilerinin suçluların canını yakması gerekiyordu. Birilerinin kendini feda 
edip, insanlığını feda edip bu işi yapması gerekiyordu. Ona öyle öğretilmişti. 


“Bu işe senin kadar genç başlayanını görmedim Ferhat’çım” dedi yanındaki tonton amca. “Bu işi 
genelde emekliye ayrılmasına bir kaç sene kalanlar yapar.”
“Benim sebeplerim var Mümin Abi, biliyorsun.”
Teröristler yirmiye yakın kişiyi bir mağazanın içinde diri diri yakmışlardı. Ferhat’ın annesiyle kız 
kardeşi de o mağazadaydı. Ferhat’ın polis okulundan mezun olduğunu görmelerine sadece birkaç 
ay kalmıştı. Ama göremediler. Ferhat işinde tam bir genç yetenekti. Başka kimse bir insanı 
öldürmeden o kadar dövemezdi. Pratikte bakıldığında, insanlara acı çektirerek para kazanıyordu. 
Ama o öyle düşünmüyordu. Onun tek istediği, mümkün olduğu kadar çok masum insanın 
hayatını, en acele şekilde kurtarmaktı.
Ellerini iyice kontrol edip kan lekesi kalmadığından emin oldu. Karısı eve iş getirilmesinden 
hoşlanmazdı. Artık eve gitmek için hazırdı. Tuvaletten ana odaya geçti. Karşısında, Atatürk 
resminin altında, dev gibi masasında gölge adam, yani amiri oturuyordu. Amiriyle vedalaştı, 
Mümin Ağabeyi’nin de elini öptü ve kapıya yöneldi. Kapıyı kendisinin açmasına gerek kalmadı 
çünkü kapı kendi kendine hızla açıldı, hatta hızını alamayan kapının kolu duvara şiddetle çarptı. 
İki memur kan ter içinde, baygın birini içeri sürüklüyordu. Baygın adamın ağzının yanlarından 
salya gibi kan akıyordu, arkalarında kan damlalarından bir yol bırakmışlardı.
“Hayrola, dışarıda mı başladınız işe?” dedi gölge amir. Aslında kendisi normal ışıkta pek de 
korkunç birine benzemiyordu. O da diğerleri gibi (Ferhat hariç tabi, onun sebepleri var) yaşını 
başını almış, kim bilir belki de dede olmuş biriydi. Bu sinirli suratı ona hiç yakıştıramadılar. Cevabı 
beklemeden ekledi “Dışarda kimseye fiske vurmıycaksınız demedim mi? Biri gördüyse noolcak?”
“Amirim, bildiğiniz gibi değil. Vallahi susmadı bi türlü.”
“Susturmak için mi vurdunuz? Aferin valla. Bizim burda götümüz çıksın iki kelime alıcaz diye… 
Tööbe tööbe. Ne diyodu bari?”
Ferhat kapı eşiğinde durmuş, olanları anlamaya çalışıyordu. Bu sefer diğer memur sözü aldı: 
“Gülüyordu amirim. Hiçbi şey demiyor, sadece gülüyor. Sussun diye vurduk, daha çok gülmeye 
başladı, bir noktada durur dedik, ama bayılana kadar durmadı. Bizimle resmen dalga geçti amirim, 
haketti yani. Döşemeleri de batırdı eşşoğleşşek.”
“Kim peki?”
“Bombacı. Elinde çantayla bi alışveriş merkezine girmiş.” 
Ferhat’ın gözleri faltaşı gibi açıldı: “Alışveriş merkezi mi?” sağ yumruğunu kaldırdı ama, adam 
zaten baygındı. “Amirim, izin verin ben okşıyım bu adamı.”
“Saçmalama Ferhat, git evine yat bir iki saat uyu. Önünü görecek halin yok. Sana da bırakırız 
dibinde, he he he… Sen devam et Osman, noolmuş sonra?”
“Adamın elindeki acaip el çantasını gören bi güvenlik görevlisi onu takip etmiş. Adam tuvalete 
girmiş. Orada çantadan çıkarınca bombayı görevli de atlamış arkasından tutmuş adamı. O kadar 
kolay ki öyle yerlere bomba sokmak… Görevli çantayı tarıyo. Alet öterse ‘içinde ne var’ diye 
soruyo. Cevaba da inanıyo. Özellikle adamın eli yüzü düzgünse hiç sallamıyo.”
“Eee? Başka bomba olabilir diye mi sorgulıycaz?”
“Zaten var. Kendisi dedi. Onun haricinde de hiçbişey demedi. Sadece gülüyor. Arabada kafasına 
sert geçirmişim bi tane, oradan buraya taşıdık şerefsizi.”
“Belki de yalandır. Neyse, götürün bakalım ayılınca konuştururuz.”
Diğer memur: “Nası konuşturucaz bilmiyorum amirim, herif biraz manyak gibi.”
“Merak etme sen. Ben aşağıda ona İstiklal Marşı’nı tersten okuttururum.”
Ferhat isteksiz dışarı çıktı. Beş dakika önce inanılmaz uykusu vardı ama bu adamın onda yaptığı 
çağrışımlar uyku muyku bırakmamıştı. Onun gibi çalışan bir insan, uykunun uyuşturucu gibi bir 
şey olduğunu bilir. Uyumazsanız uykunuz gelir, biraz daha uyumazsanız biraz daha gelir. En 
sonunda dayanamayacağınızı sanarsınız ama, yeterince uyumadıktan sonra uyku kriziniz 
kendiliğinden geçer. Yokluğunu bile hissetmezsiniz. Dünya biraz bulanıklaşır, o kadar.
Nezarethanedeki yatağına yatmış tavandaki şekillerden hayvan yaratmaya çalışan Hamit, ayak 
seslerini duyunca aniden fırladı ve yan dönüp yatağa oturdu. Parmaklıkların diğer tarafında yerde 
gölgeler gördü. Polisler canını tekrar yakmasın diye mümkün olduğu kadar şirin gözükmeye çalıştı 


ama en fazla pos bıyıklı bir oyuncak ayıya benzeyebildi. İki memur baygın bir adamı sürükleyerek 
aşağı götürdü. Normalde aşağıdan yukarıya baygın adamlar götüren memurların bu değişikliğinin 
sebebi hiç de umrunda değildi. Hiçbir şey umrunda değildi. Dayak yemeyecekti ya… Üzerinde 
oturduğu o kokmuş, rutubetli yatak nedense gittikçe daha konforlu gözüküyordu ona. Yastığı bile 
vardı, bir insan daha ne isteyebilir ki? Sıcak yatağına girdi ve uykuya daldı.
***
Telefon çaldı. Ferhat zaten uyumuyordu. Gözü kapalı düşünüyordu. Telefonun sesi Ferhat’ı zorla 
gerçek dünyaya çekti. Gözlerini açınca telefonu elinde buldu. ‘Alo’ demek için geç kalmıştı.
“Ferhat, oğlum.”
“Buyrun amirim.”
“Kusura bakma uyandırdım.”
“Yok yok uyanıktım.”
“Acele bi gelebilcen mi oğlum?”
“Hayrola bi fenalık mı oldu?”
“Yok bişey gel anlatırım burda. Mümkünse çabuk ol.”
***
Sandalye tekrar devrildi. Adam kafayı bu sefer çok sağlam gömdü yere. Kulağı büyük ihtimalle 
ezilmişti ve hayatının sonuna kadar pehlivan kulağı gibi dümdüz kalacaktı. Ama durmuyordu… 
Karanlık odanın duvarlarında kahkahalar yankılanmaya devam ediyordu.
“Lanet olsun! Allah kahretsin!” Ferhat yerdeki sandalyeye bağlı yatan adamın gövdesinin yan 
tarafına copu indirdi. Hala gülüyordu. Kontrolünü kaybeden Ferhat, adamı halı gibi silkmeye 
başladı. Adam sanki bir tüyle gıdıklanıyordu, böyle devam ederse dayaktan değil gülmekten 
ölecekti. En sonunda Mümin Ağabey Ferhat’ın elini tuttu.
“Yeter öldüreceksin! Ötmeden ölürse yanarız!”
Ferhat kendini zorla durdurdu, derin nefes aldı. Birkaç saniye durup düşündü, sonra aklına 
dahiyane bir fikir geldi:
“Buldum! Güzellikle soralım!”
Mümin Ağabey acıyla güldü, gülüşü öksürüğüne karıştı: “Eh peki, kaybedecek neyimiz var?”
Sandalyeyi doğrulttular. Ferhat, sandalyedeki psikopatın hizasına kadar çömeldi.
“Bak. Sen kazandın. Bükemediğimiz bileği öperiz. Seni şartsız salıvericez. Emrine de koruma 
vericez. Daha başka isteğin varsa onu da söyle ne istersen yapıcaz. Karşılığında sen de bize 
bombaların yerini ve kimin için çalıştığını söyleyeceksin. Anlaştık mı?
Adamın kahkahası giderek yavaşladı ve durdu. Yüzündeki gülümsemede ise bir değişiklik yoktu:
“Lütfen de.”
“Lütfen!”
“İşte şöylee, hizaya gelin. Tek yapmanız gereken nazikçe sormaktı.”
“Eee? Peki nerde?”
“Tabi ki… GÖTÜMDE! HA HA HA HA…”
Mümin Ağabey aniden kuduz köpeğe döndü:
“Götünde ha! Çıkar bakıcam orda mıymış. Çıkar!” Sandalye tekrar devrildi. Mümin A önce iplere 
saldırdı, arkadaşları onu geri çekmeye çalışınca bu sefer de adamın pantolonuna asıldı.
“Bırakın! Fahişenin çocuğu! Bırakın götümde dedi işte! BIRAAK!”
Karanlık odada tam dört memur vardı; Ferhat, Mümin A, gölge amir ve Osman. Yukarıda sadece 
bir kişi bırakmışlardı; o da adını bilmediğimiz memur. Tek başına canı gerçekten sıkılıyordu, hatta 
bir ara Hamit’i bir bahaneyle uyandırmayı düşündü ama gerek kalmayacaktı. Osman’la Ferhat, 
Mümin A’yı güç bela yaka paça dışarı çıkarmışlardı. Kaldı üç kişi…
“Şimdi napıcaz amirim?”
“Hah hahhaaahaa, götümde götümmm… Hahhah ahhhhha aaaahhhhaaa!”
“Bilmiyorum, bıraksak? Bırakıp takip etsek?”
“Hadi vursanıza! Ahhhaaahhhahaaaa. Vurun vurun konuşurum belki! Hallaaam ya! Bunlar iyi 
şamatacı çıktı ha!”


“Hiç bi işe yaramaz. Bu adam gözden çıkarılmış biri. Nerden topluyolar böyle numuneleri…”
“Götümden topluyolar, GÖÖÖÖÖöööööÖÖÖÖöÖöÖÖÖ…”
“Susa mına koyucam şimdi!” Ferhat copu kararlı bir şekilde kaldırdı. Bu sefer öldürmek için 
vuracaktı.
Amir müdahale etti: “Hayır, hayır! Ona bir daha vurmıycaz. Onun istediği de bu. Belli ki intihar 
komandosu gibi bişey. Nerde yetiştirdilerse…”
“Hüooop! Delikanlı aleminde copu kaldırdın mı indireceksin! Ayar etme adamı. Bababa kime 
diyom?”
Ferhat’ın yavaş yavaş aklı başına geliyordu: “Gerçekten nerden gelmiş bu adam? Kim? Neyin 
nesi? Hani bunun özgeçmişi raporu?” Bunları şimdiye kadar düşünmediğine inanamıyordu. O 
kadar otomatikleşmişti ki her şey. Getiriyorlar, dövüyorlar, nezarete atıyorlar. Arkadaşlarını da 
yakalayıp topluca hapse tıkıyorlar (onlar da genel aftan serbest bırakılıyor).
Rapor, özgeçmiş gibi işlerle Osman’ın ilgilenmesi gerekirdi: “Haklısınız ama adamın adını bile 
öğrenemedik ki daha.”
“Cüzdanı yok muydu?”
“Var, ama kimlik tabi ki sahte. Adı…” Osman durakladı. İsim dilinin ucundaydı ama söylemeye 
utanıyordu:
“Şeyy… Aklımdaydı ama… Neyse nasılsa önemi yok, sahte isim sonuçta…”
“Söylesene kardeşim! Küfür falan mı?”
Osman’ın, ağzındaki baklayı çıkarmaktan başka çaresi yoktu:
“Fenasiii… Kerim’di galiba.”
“Ney!?”
Osman cevap veremedi, başını önüne eğdi: “Onun gibi bişey… Valla öyle yazıyordu, yeminle.”
“Bu adam Fenasi Kerim Fenasi Kerim diye etrafta dolaşıyor, elinde annanem kadar çantayı oraya 
buraya sokuyor, bir Allah’ın kulu da çıkıp ‘arkadaş ne iş’ demiyor. Valla helal olsun tüm 
teşkilatımıza…”
Osman yaşını almış haliyle Ferhat’tan fırça yemeye dayanamıyordu. Ferhat bu yaşında onun üstü 
olmuştu. Osman’ın tek yapabileceği konuyu değiştirmekti:
“Sabıka kaydından resmini araştırdık, ona benzeyen birini bulamadık.”
“Sabıkayı geç, tımarhanelerin kayıtlarına bakmanız gerekiyor.”
Saatler sonra…
Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Karanlık odada Fenasi Kerim hariç kimse 
kalmamıştı. Gölge amir koltuğunda, Ferhat ise amirin masasına kafasını dayayarak uyuyorlardı. 
Mümin A Osman’ın yanında, gerçek dünya ile rüya alemi arasında gidip geliyordu. Karanlık 
odadan ses gelmediğine göre Fenasi de uyumuş olmalıydı. İsimsiz memur (ki onun adı da 
Cemil’dir) tuttuğu uzun ve sıkıcı nöbetin ödülü olarak evine yollanmıştı. Uyanık denebilecek tek 
kişi Osman’dı. Monitörün karşısında saatlerce radyasyon yemekten suratı mimik yeteneğini 
kaybetmiş bir şekilde, arkadan kurmalı dev bir oyuncak bebek gibi saatlerdir aynı hareketi 
yapıyordu; bilgisayarın Page Down tuşunu aşındırıyordu. Saatlerdir yüzden fazla deli suratı 
görmüştü bilgisayarın ekranında. Hiçbirinde huni veya deli gömleği yoktu. Çoğu gayet makul ve 
mantıklı tiplerdi. Gerçi Osman için son bir saattir makulun mantıklının pek önemi yoktu, hatta 
araması gerektiği tipi bile unutmuştu. Aşağıya inip Fenasi’nin suratına tekrar…
Bu oydu… Fenasi Erdemir.
Son kalan gücüyle “Buldum!” diye bağırdı. Kimse uyanmadı…
***
Ferhat tam bir hafta sonra geri döndü. Bu bir hafta boyunca kimse yüzünü görmemişti, kimse 
nereye gittiğini ya da ne yaptığını bilmiyordu. Elinde okul çantasına benzeyen bir çanta, yüzünde 
‘işi bitirmiş’ bir ifadeyle, “açılın ben doktorum” der gibi karakoldaki insanları yararak emin 
adımlarla karanlık odanın merdivenlerine doğru ilerliyordu.
Fenasi’nin ise sonsuza kadar (en azından konuşana kadar) nezarethanede misafir olarak 
tutulmasına karar verilmişti. Ona bir daha fiske vurulmayacaktı ama nedense bir bacağı alçıdaydı. 


Buna rağmen neşesinden bir şey kaybetmemişti. Gerçi artık insanları daha az rahatsız 
edebiliyordu, sadece yemek saati ağzı çözüldüğü zamanlar…
“Nerelerdeydin?” diye sordu gölge bey. Ferhat ise, büyük ihtimalle duyamayacak kadar heyecanlı 
olduğundan, cevap vermeden karanlık odaya indi. Beş dakika sonra da aynı hızla yukarı çıktı:
“Nerde bu adam?”
Nezarethanenin kapısı açılınca Hamit her zamanki gibi yatağının tepesine çıktı ve mümkün 
olduğu kadar uzak bir köşeye sindi. “Rahat ol, işimiz senle değil” sözleri bile Hamit’in 
pozisyonunda veya yüz ifadesinde en ufak bir değişiklik yapamadı. Hamit’in karşısındaki yatakta 
ise vücudu ve ağzı bağlı Fenasi yatıyordu. Gözleri açıktı, ve milletin gözlerinin içine bakışı bile 
yeterince rahatsızlık vericiydi. Bütün karakol ahalisi üç dört kişilik hücrenin içine tıkışmıştı, kimse 
büyük şovu, iki namağlubun maçını kaçırmak istemiyordu. Ferhat’ın olmadığı bir hafta içinde 
geride kalan memurlar akıllarına gelen HER yolu denemişlerdi. Bazıları oldukça abartılıydı ve 
Fenasi sanıktan çok bir kobaya dönmüştü, hatta bir ara voltajı öyle yükseltmişlerdi ki üst kattaki 
ampuller sönmüştü. Belli ki mazoşistti, her acı ona zevk veriyordu. 
O zaman zevk de acı vermeliydi, yani düz mantık olarak. Birkaç gün o yolda ilerlemişlerdi, ve 
bunca sene işkence yapan karakol, hiç bu kadar kameralara yakalanmaktan korkmamıştı. Bir 
keresinde Mümin A; Fenasi’nin yanağından öpmeyi bile denedi. Ama onun bu umutsuz öpücüğü 
bile gerçeği değiştiremedi, Fenasi nasıl yetiştirildiyse tam bir gülen kütük olmuştu. Eğer bu 
mazoşist eğitim olayı yaygınlaşırsa Mümin A ve arkadaşları işlerinden olabilirlerdi. Ama bundan 
çok daha önemlisi, yeni bombalar yerleştirilecek, insanlar ölecek, Fenasi Kerim gerçekten de 
Fenasi Kecek’ti.
“Evine gittim.” diye başladı Ferhat söze, Fenasi karanlık odaya indirilirken. “Annesiyle konuştum. 
Kardeşleriyle konuştum. Okuluna gittim, mahallesinde dolaştım, arkadaşlarıyla konuştum. 
Odasına girdim, günlüğünü buldum. İnanmayacaksınız ama, o da insanmış.” Ferhat’ın bu işi ne 
kadar ciddiye aldığının ve ne kadar ciddi hazırlandığının henüz kimse farkında değildi. Karanlık 
odada Fenasi’nin her zamanki yeri hazırdı. “Ağzını çözün. Işıklar açık kalsın.” Fenasi zorlama 
kahkahalarına tekrar başladı. Çoğu zaman olduğu gibi, mutluluktan değil, sadece diğer insanları 
sinirlendirmek amacıyla gülüyordu:
“Komserim, annenizin selamı var. Geçen gün altından girdim üstünden…”
Ferhat kendisini mükemmel bir şekilde olgunlaştırmıştı. Ölmüş annesinin adının anılması bile 
onun kılını kıpırdatmadı. Yüzünde rakibini aşağılayan bir savaşçının bakışı vardı.
“Senin canını yakmak istemiyorum.” 
Herkes donakaldı. Mümin A, duyduğunun doğru olduğundan emin olmak için Osman’a bir şeyler 
fısıldadı. Osman kafasını ‘evet’ şeklinde salladı. Gölge amir içinden Besmele çekti. Ferhat aynı 
sakinlikte devam etti:
“Sana bir şans daha veriyorum. Kimin için çalışıyorsun?”
“Dediğimi duymadın mı, annen diyorum serkomserim, aynı böyle inliyordu, aaahhh yapma 
Fenaaasiii ehe eheheehhee”
Ferhat yüzündeki ciddi ifadeyi bozmadan önünde yerde duran sırt çantasını açtı. “Demek sert 
oynamak istiyorsun.” 
“Bana öyle sen falan diye hitab edemessin, sana bi çaktım mı to…o…?”
Ferhat’ın elinde, iki karış uzunluğunda bir oyuncak ayı vardı. Göbeğindeki tüyler beyaz, geri kalanı 
ise pespembeydi. Yüzünde, insanın içine mutluluk veren masum bir gülümseme vardı. Kulakları 
ise büyüklüğüyle, ayı kulağından çok fil kulağını andırıyordu. 
Fenasi’nin kahkahası anında kesildi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Fenasi karakola bela gibi çöktüğü 
günden beri, ağzı bağlı olduğu zamanlar dahil, karakol hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Demek ki 
odada hiç böcek yoktu, çünkü olsaydı ayak sesleri rahatlıkla duyulabilirdi. Sadece o kadarla da 
kalmamıştı, Fenasi’nin gülümsemesi de şaşkınlıkla karışarak yavaş yavaş sönüyordu. Bu bir 
devrimdi, sonunda bir yerlere geliyorlardı, ama nerelere?
“Bo…?”


“Bobo’yu özledin mi? Hayattaki tek arkadaşın.” Ferhat, mayfa babasının kucağındaki kedi gibi 
Bobo’nun tüylerini okşamaya başladı. “Ahhh, ne kadar da yumuşak. Annem hakkında bişey mi 
demiştin Fenasi? Sana kısaca Fena diyebilir miyim?” 
Akli dengesi yerinde olan bir insan kafasına silah dayandığında nasıl davranırsa, Fenasi de aynen 
öyle davranıyordu: karşısındaki her an tetiği çekebilecekmiş gibi korkak ve temkinli. Ferhat 
kendini iyice kaptırmış, Bobo’nun kafasına, göbeğine ateşli öpücükler kondururken bir taraftan 
karısını hayal ediyordu:
“Mmm, ne kadar da tatlı, tadına doyamıyorum. Önce uysallaştırmak gerek tabi, ilerde canı yanınca 
çok ağlamasın diye.”
Fenasi’nin nefes borunun derinliklerinden belli belirsiz bir kelime çıktı: “hayır”.
“Kimin için çalışıyorsun Fena?”
“B……Bilmiyorum” Fenasi’nin sesi resmen titriyordu. Seyircilerin ağzı açık kalmıştı. Fenasi ilk 
defa sorulan bir soruya cevap vermişti. Ferhat’ın öpücükleri küçük ısırıklara dönüştü: “Acı zevkin 
yarısıdır, tabi senin gibi manyaklar için tamamıdır. Bak, Bobo da hoşlandı. O da beni istiyor. 
Aslında vazgeçtim, konuşmana gerek yok, ben Bobo’nun tadına bakmayı tercih ederim.”
Fenasi kendisinden beklenmeyen bir öfke ve çeviklikle “Bırak onu!” diyerek Ferhat’ın üzerine 
hamle yaptı, ama daha havadayken Osman ve Mümin A tarafından yerine oturtuldu ve sıkıca 
bağlandı. Bağlama faslı bittikten sonra Mümin A Ferhat’a döndü:
“Allah aşkına, biraz ben de okşıyım şu ayıyı. Ver elime kafasını gözünü koparıyım yumoş oğlu 
yumoşun.”
“Bi dakka Mümin Abi. Hepinize sıra gelecek.” Gözlerini Fenasi’nin gözlerinden ayırmıyordu 
“Hepimiz bakıcaz Bobo’nun tadına. Ama önce…”
“Bilmiyorum. Yemin ederim BİLMİYORUMM!”
“Paskal!” Gittikçe sirke dönen karakolda bir bu eksikti. Karanlık olmayan karanlık odanın 
kapısından içeri iki metrelik kel kafalı dev bir zenci girdi. Üzerinde sadece slip mayo vardı. Ferhat 
bu tipi bulmak için body salonlarını tek tek dolaşmış olmalıydı. Osman bile korktu ve zencinin 
menzilinden mümkün olduğu kadar dışarı çıktı. “Ferhat naaptın sen? İyice abartmışsın olayı!?” 
Fenasi hala daha ses tonunu sakin bir seviyede tutmaya çalışıyordu. “Lütfen.” demekle yetindi. 
Oyuncak bir ayı birdenbire Ferhat ile Fenasi’nin rollerini değiştirmişti…
Ferhat Bobo’yu iki eliyle yeni doğmuş bir bebeği tutar gibi dikkatlice tutarken, bir yandan da 
gerçek adı Ali olan ve İzmir’in sıradan body salonlarından birinde bulduğu “Paskal”a bakarak 
konuşuyordu:
“Paskal’ı Amerika’dan özel olarak getirttim. Kendisi Amerika’nın en gözde tokmakçılarındandır. 
Sayısız kızın canını yaktı, di mi Paskal?”
Ali (yani Paskal) Ferhat’la ilk tanıştığında önce kendisine iğrenç bir kamera şakası yapıldığını 
düşünmüştü. Ama bütün bu olanlar ve aldığı yüz dolar oldukça gerçek gözüküyordu. Oynanan 
oyun hoşuna bile gitmişti:
“Benim tokmakladığım hatun iki hafta kıç üstü oturamaz, kan getirmeden bırakmam. İşimi 
hakkıyla yaparım.” Kara elini Ferhat’ın kucağındaki Bobo’nun tüyleri üzerinde gezdirdi. “Çok da 
yumuşakmış, tam kıvamında.” Odadaki memurlar artık kendilerini tutamıyorlardı. Biraz da gergin 
bekleyişin verdiği sinir yüzünden kikirdemeye başlamışlardı. Özellikle Mümin A, bir haftanın 
verdiği bütün stresi sessiz kahkahalarıyla dışarı atıyordu, hatta bir ara nefessiz kalacak gibi oldu.
Fenasi’yi deli sananlar onu şimdi görmeliydi. Asıl şimdi deliriyordu, gittikçe daha hızlı nefes alıyor, 
ipler elverdiği kadar sandalyede ileri geri sallanıyordu. Canlı canlı tabuta konmuş klostrofobik bir 
insan gibiydi. Elleri titriyordu, vücudunun her yerinden ter boşanıyordu. Ferhat’ın diğer elindeki 
kebap şişini gördü. Konuşacaktı.
“Bakın yemin ederim bilmiyorum. Noolursunuz, YALVARIYORUM, bilsem yemin ederim 
söylerdim.”
Ferhat sağ eliyle Bobo’yu çevirdi. Bobo’nun yüzü yere, kıçı Fenasi’ye bakıyordu. Bir saniyeliğine 
Fenasi’nin yüzüne işini bitirmek üzere olan soğuk kanlı bir katil gibi baktı, ve sol elindeki şişi 
Bobo’nun olmayan kıçına soktu. Bobo’nun artık bir kıçı vardı.


Sandalye tekrar devrildi. Karanlık oda tekrar inlemeye başlamıştı, ama bu sefer kahkahalarla değil. 
Fenasi’nin “HAYIIRRR!” çığlıklarıyla. İnanılmaz bir deli kuvveti bulan Fenasi, bağlı olduğu 
sandalyeyle birlikte yerde bir o tarafa bir bu tarafa yuvarlanıyodu. Mümin A ve Osman bir taraftan 
sadist kahkahalarla gülerken bir taraftan da Fenasi ve sandalyesini kontrol altına almaya 
çalışıyorlardı. Uzun çabalar sonucunda sandalye tekrar doğrultuldu. Ferhat parmaklarıyla 
Bobo’nun kıçındaki deliği iyice genişletti. Fenasi’nin gözünden yaş geliyordu, gözlerini kapatıp 
kafasını yana çeviriyordu ama Osman zorla doğrultup Bobo’ya bakmasını sağlıyordu. Yedi nokta 
dört şiddetinde titreyen sesiyle “Lütfen yapmayın, yemin ederim bilmiyorum. Tek bildiğim…” 
İşte geliyor. “Evet?” “Tek bildiğim ona çakal diyorlar”
“Çakal mı? Çok sağol hemen şimdi buluruz, Türkiye’deki, ne Türkiye’si dünyadaki haydutların 
yarısının adı çakal zaten. Sen kiminle daşşak geçiyon ha!? Paskal!”
Ferhat elindeki ayıyı Paskal-Ali’ye verdi. Ferhat dahil herkes Fenasi’nin daha fazla bilmediğinin 
farkına varmıştı. Ama her zaman olduğu gibi, sanık ölmediği sürece şans mümkün olduğu kadar 
zorlanmalıydı. Paskal herkese arkasını döndü ve slip mayosunu indirdi. İki eliyle Bobo’yu belinin 
seviyesine indirdi. Fenasi artık bağıra bağıra ağlıyordu. “Yüzünü bize dön!” diye bağırdı Ferhat. 
Ali durakladı, bu işi yapmak istediğinden emin değildi. “Yaklaş, iyice yaklaş!” Ferhat’ı adam 
döverken çok görmüşlerdi ama hiçbir zaman yüzündeki bu sadist ifadeye rastlamamışlardı. Hiçbir 
zaman onun bir cani olabileceğini düşünmemişlerdi. Açıkça görülüyordu, Ferhat profesyonelliği 
bırakmıştı. Fenasi’ye işkence yapmaktan zevk alıyordu. Mümin A ve diğerlerinin kahkahaları 
çoktan susmuştu. Bobo’nun sadece bir oyuncak olduğunu unutmuşlardı, ona Fenasi’nin baktığı 
gözle bakmaya başlamışlardı. O kadar masumdu ki. Tecavüze uğramak üzere olan birine göre de 
gayet mutlu bir yüz ifadesi vardı.
Ali’yle Fenasi’nin arasında yarım metre vardı. Fenasi elini ipten kurtarabilse uzanıp Ali’nin çükünü 
koparabilirdi. Ali Bobo’yu sıkıca kavradı, tam kendine çekmek üzereydi ki “Durun” diye bağırdı 
Fenasi son bir eforla.
“Tamam konuşucam!” Odadaki herkes derin bir nefes aldı. Bu iğrenç olay onlara bile çok fazla 
gelmişti. Onlar da… bir bakıma insandı. Bunun o zaman farkına varmışlardı. Fenasi kafasını iki 
elinin arasına aldı, bir satranç ustası gibi düşünmeye başladı, vaktinin kısıtlı olduğunu biliyordu. 
Ali çırılçıplak haliyle Fenasi’nin karşısına konulan bir sandalyeye oturdu. Fenasi ağzını açtı…
“Kimse adına çalışmıyorum. Başka bomba yok. Yemin ederim. Her şeyi sizi korkutmak için 
uydurdum. Bakın ben deliyim, tek istediğim birkaç insan öldürmekti. Onlar bana zamanında çok 
kötü davrandılar, beni onlar deli yaptılar, onlar mazoşist yaptılar. İsterseniz mahkemede akıllı 
taklidi yapıp ömrümün sonuna kadar hapiste yatarım. Yalvarırım durun artık.” Bobo yine 
Ferhat’ın kucağındaydı, bu sefer düşünme sırası ondaydı, acaba Fenasi doğru mu söylüyordu? 
Odaya bir süreliğine tekrar sessizlik hakim olmuştu. Tek duyulan Fenasi’nin derin hıçkırıklarıydı. 
Gözyaşları akan sümüğüne karışıyordu. Yarım saat öncesine kadar herkesin nefret ettiği bu ruh 
hastası sapığa herkes acıyordu, bütün işkenceci polisler. Ferhat hariç. Onun sebepleri vardı.
Yüzünde bir türlü dinmeyen öfkeyle “Yalan söylüyorsun!” diye bağırdı ve Bobo’yu aniden Ali’nin 
kucağına ‘yerleştirdi’. Fenasi hiç bu kadar acı bir çığlık atmamıştı, sesleri yukarıdan duyan Hamit, 
Fenasi’nin vücuduna kızgın demir falan soktuklarını tahmin etti. Ali, Ferhat’ın bıraktığı yerden 
devam etti. Fenasi’nin önünde resmen bir porno film oynuyordu. Fenasi, Bobo’ya olanları en ince 
ayrıntısına kadar görebiliyordu. Fenasi’nin dayanılmaz çığlıklarına Ferhat’ın gittikçe keskinleşen 
kahkahaları karıştı. Bobo, Fenasi’ye gülücükler saçarak Ali’nin kucağında inip kalkıyordu. 
Odadakiler, hatta Ali bile çığlıklara dayanamaz olmuştu. Fenasi ağlamaktan katılacak bebekleri 
andırıyordu, hatta…
Sandalye tekrar devrildi. Ali durakladı, Fenasi bakmıyorken bu işi yapması normal değildi tabi, 
aslında bu fantezi hoşuna gitmişti, işi bitince bu oyuncak ayılardan bir tane alabilirdi. Osman 
sandalyeyi doğrulttu, ama Fenasi susmuştu. Herkesin aklına aynı şey geldi. Osman hemen 
Fenasi’nin şah damarını kontrol etti…
“Lanet olsun. LANET OLSUN!”


Mümin A hemen Fenasi’nin yanına koştu: “Hemen çözün, kalp masajı, kalp masajı… FERHAT! 
Uyuma!”
Ferhat zar zor kendini topladı. Fenasi’yi yere yatırdılar. Bu arada Ali çaktırmadan yarım kalan 
tecavüz işini tamamlıyordu. Osman suni teneffüs yapmak için Fenasi’nin ağzını açtı:
“Dilini yutmuş.” dedi… Ferhat cesedin yanına yere oturdu. Hiç kimse bir şey söylemedi. Biri 
ölmüştü. İlk defa işkence sırasında biri ölmüştü. Sebebini biliyordu, ilk defa işe duygularını 
karıştırmıştı. Bilgi almak için değil, zevk almak, bütün teröristlerden intikam almak için işkence 
yapmıştı. Peki ya Fenasi doğru söylediyse? Bu arada… Ali ve Bobo görünürde yoktu.
Aradan bir ay geçti. İzmir’in başka bir yerinde ne bir patlama oldu, ne de bir bomba bulundu. 
Karanlık odanın sakinleri, sakince hayatlarına devam etti. Ferhat hariç. O gerçek bir polis olup
gerçek bir karakolda çalışıp gerçek suçluların peşinden koşmaya karar vermişti. Çünkü onun 
sebepleri vardı…

Download 0.64 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   13




Download 0.64 Mb.
Pdf ko'rish